
Sign up to save your podcasts
Or
İkinci Mes’ele: تَشَكَّلَ بِنَفْسِه۪ dir. Yani, mevcûdât kendi kendine teşekkül ediyor. İşte bu cümlenin dahi çok muhâlâtı var. Çok cihetle bâtıldır, muhâldir. Numûne için muhâlâtından üç tanesini beyân ederiz.Birincisi: Ey muannid münkir! Senin enâniyetin, seni o kadar ahmaklaştırmış ki, yüz muhâli birden kabûl etmeyi hükmediyorsun. Çünkü sen mevcûdsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tagayyürsüz değilsin. Belki dâimâ teceddüdde olarak, gāyet muntazam bir makine; ve dâimâ tahavvülde hârika bir saray gibisin. Senin vücûdunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücûdun kâinâtla, hususan rızık münâsebetiyle, hususan bekā-yı nev‘ i‘tibâriyle alâkadârdır ve alış-verişi vardır. Senin vücûdunda çalışan zerreler, o münâsebâtı bozmamak ve o alâkadârlığı kırmamak için dikkat ediyorlar. Ve öylece ihtiyâtla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinâta bakıyorlar. Senin münâsebetini kâinâtta görüp öylece vaz‘iyet alıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin, o hârika vaz‘iyetlerine göre istifâde edersin.Eğer sen vücûdundaki o zerreleri, Kadîr-i Ezelî’nin kanunuyla hareket eden küçük me’murları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları, herbir zerre bir kalem ucu veya kalem-i kudretin noktaları ve herbir zerre bir nokta olduğunu kabûl etmezsen; o vakit senin vücûdunda çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki; senin mecmû‘-u cesedin her tarafını görmekle beraber, münâsebetdâr olduğun bütün kâinâtı dahi görecek bir göz ve bütün senin mâzî ve müstakbelin ve nesil ve aslın ve anâsırının menba‘larını ve rızkının ma‘denlerini bilecek, tanıyacak yüz dâhî kadar bir akıl vermek lâzım gelir. Senin gibi böyle mes’elelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtûn kadar bir ilim ve şuûr vermek, bin derece dîvânece bir hurâfeciliktir.Sayfa 190İkinci Muhâl: Senin vücûdun bin kubbeli hârika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar direksiz birbirine baş başa verip, muallakta durdurulmuş. Belki senin vücûdun, bin def‘a böyle bir saraydan daha acîbdir. Çünkü; o sarây-ı vücûdun, dâimâ kemâl-i intizâmla tazelenmektedir. Gāyet hârika olan ruh, kalb ve ma‘nevî letâiften kat‘-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir a‘zâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbiriyle kemâl-i muvâzene ve intizâmla baş başa verip, hârika bir bina ve fevkalâde bir san‘at ve göz, dil gibi acîb birer mu‘cize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi‘ birer me’mur olmazlarsa; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirine misil, hem hâkimiyet noktasında zıd, hem yalnız Vâcibü’l-Vücûd’a mahsûs olan ekser sıfâtın masdarı ve menbaı, hem gāyet mukayyed, hem gāyet mutlak bir sûrette olmakla beraber; sırr-ı vahdetle, yalnız bir Vâhid-i Ehad’in eseriyle olabilen gāyet muntazam bir masnû‘-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnâd etmek; zerre kadar şuûru olan, bunun pek zâhir bir muhâl olduğunu, belki yüz muhâl olduğunu derkeder.Üçüncü Muhâl: Eğer senin vücûdun, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelî’nin kalemiyle mektub olmazsa ve tabiata ve esbâba mensub ve matbû‘ olsa, o vakit senin vücûdundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içindeki dâireler misillû, binler mürekkebler adedince tabiat kalıblarının bulunması lâzım gelir. Çünkü, meselâ bu elimizdeki kitap eğer mektub olsa, bir tek kalem, kâtibinin ilmine istinâd edip, bütün onları yazar. Eğer mektub olmazsa ve o kâtibin kalemine verilmezse, “Kendi kendine olmuş” denilse veya tabiata verilse, o vakit matbû‘ kitap gibi, herbir harfi için bir demir kalem lâzımdır ki tab‘ edilsin. Nasıl ki matbaada hurûfât adedince demir harfler bulunur, sonra o kitaptaki harfler vücûd bulur; o vakit bir tek kaleme bedel, hurûfât adedince kalemler bulunması lâzım gelir. Belki o hurûfât içinde bazen olduğu gibi, bir büyük harfte, küçük kalemle bir sahîfe ince hat ile yazılmış ise, binler kalem bir tek harf için lâzım gelir.
İkinci Mes’ele: تَشَكَّلَ بِنَفْسِه۪ dir. Yani, mevcûdât kendi kendine teşekkül ediyor. İşte bu cümlenin dahi çok muhâlâtı var. Çok cihetle bâtıldır, muhâldir. Numûne için muhâlâtından üç tanesini beyân ederiz.Birincisi: Ey muannid münkir! Senin enâniyetin, seni o kadar ahmaklaştırmış ki, yüz muhâli birden kabûl etmeyi hükmediyorsun. Çünkü sen mevcûdsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tagayyürsüz değilsin. Belki dâimâ teceddüdde olarak, gāyet muntazam bir makine; ve dâimâ tahavvülde hârika bir saray gibisin. Senin vücûdunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücûdun kâinâtla, hususan rızık münâsebetiyle, hususan bekā-yı nev‘ i‘tibâriyle alâkadârdır ve alış-verişi vardır. Senin vücûdunda çalışan zerreler, o münâsebâtı bozmamak ve o alâkadârlığı kırmamak için dikkat ediyorlar. Ve öylece ihtiyâtla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinâta bakıyorlar. Senin münâsebetini kâinâtta görüp öylece vaz‘iyet alıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin, o hârika vaz‘iyetlerine göre istifâde edersin.Eğer sen vücûdundaki o zerreleri, Kadîr-i Ezelî’nin kanunuyla hareket eden küçük me’murları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları, herbir zerre bir kalem ucu veya kalem-i kudretin noktaları ve herbir zerre bir nokta olduğunu kabûl etmezsen; o vakit senin vücûdunda çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki; senin mecmû‘-u cesedin her tarafını görmekle beraber, münâsebetdâr olduğun bütün kâinâtı dahi görecek bir göz ve bütün senin mâzî ve müstakbelin ve nesil ve aslın ve anâsırının menba‘larını ve rızkının ma‘denlerini bilecek, tanıyacak yüz dâhî kadar bir akıl vermek lâzım gelir. Senin gibi böyle mes’elelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtûn kadar bir ilim ve şuûr vermek, bin derece dîvânece bir hurâfeciliktir.Sayfa 190İkinci Muhâl: Senin vücûdun bin kubbeli hârika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar direksiz birbirine baş başa verip, muallakta durdurulmuş. Belki senin vücûdun, bin def‘a böyle bir saraydan daha acîbdir. Çünkü; o sarây-ı vücûdun, dâimâ kemâl-i intizâmla tazelenmektedir. Gāyet hârika olan ruh, kalb ve ma‘nevî letâiften kat‘-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir a‘zâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbiriyle kemâl-i muvâzene ve intizâmla baş başa verip, hârika bir bina ve fevkalâde bir san‘at ve göz, dil gibi acîb birer mu‘cize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi‘ birer me’mur olmazlarsa; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirine misil, hem hâkimiyet noktasında zıd, hem yalnız Vâcibü’l-Vücûd’a mahsûs olan ekser sıfâtın masdarı ve menbaı, hem gāyet mukayyed, hem gāyet mutlak bir sûrette olmakla beraber; sırr-ı vahdetle, yalnız bir Vâhid-i Ehad’in eseriyle olabilen gāyet muntazam bir masnû‘-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnâd etmek; zerre kadar şuûru olan, bunun pek zâhir bir muhâl olduğunu, belki yüz muhâl olduğunu derkeder.Üçüncü Muhâl: Eğer senin vücûdun, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelî’nin kalemiyle mektub olmazsa ve tabiata ve esbâba mensub ve matbû‘ olsa, o vakit senin vücûdundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içindeki dâireler misillû, binler mürekkebler adedince tabiat kalıblarının bulunması lâzım gelir. Çünkü, meselâ bu elimizdeki kitap eğer mektub olsa, bir tek kalem, kâtibinin ilmine istinâd edip, bütün onları yazar. Eğer mektub olmazsa ve o kâtibin kalemine verilmezse, “Kendi kendine olmuş” denilse veya tabiata verilse, o vakit matbû‘ kitap gibi, herbir harfi için bir demir kalem lâzımdır ki tab‘ edilsin. Nasıl ki matbaada hurûfât adedince demir harfler bulunur, sonra o kitaptaki harfler vücûd bulur; o vakit bir tek kaleme bedel, hurûfât adedince kalemler bulunması lâzım gelir. Belki o hurûfât içinde bazen olduğu gibi, bir büyük harfte, küçük kalemle bir sahîfe ince hat ile yazılmış ise, binler kalem bir tek harf için lâzım gelir.