Re’fet Bey’in iki cüz’î suâlinin münâsebetiyle, iki nükte-i Kur’âniyenin beyânına dâirdir.
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰي اِخْوَانِكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ
Azîz, sıddîk kardeşim Re’fet Bey!
Senin bu müsâadesiz zamanımda suâllerin, beni müşkil bir mevki‘de bulunduruyor. Bu def‘aki iki suâlin, çendân cüz’îdir. Fakat iki nükte-i Kur’âniye ile münâsebetdâr olduklarından, hem küre-i arza dâir suâliniz, coğrafya ve kozmoğrafyanın, yedi kat zemin ve yedi tabaka semâvâtı tenkîdlerine temas ettiğinden, bana ehemmiyetli geldi. Onun için suâlin cüz’iyetine bakmayarak ilmî ve küllî bir sûrette, iki âyet-i kerîmeye dâir iki nükte icmâlen beyân edilecek. Sen de cüz’î suâline karşı ondan hisse alırsın.
Birinci Nükte: İki noktadır. Birinci Nokta: وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ ve اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُوالْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ âyetlerinin sırrınca; rızık, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâl’in elindedir ve hazîne-i rahmetinden çıkar. Herbir zîhayatın rızkı, taahhüd-ü Rabbânîsi altında olduğundan, açlıktan ölünmemesi lâzım gelir. Halbuki zâhiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler, pek çok görünüyor. Şu hakîkatin ve şu sırrın halli şudur ki: Taahhüd-ü Rabbânî hakîkattir. Rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünkü o Hakîm-i Zülcelâl, zîhayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyâtiçin şahm ve içyağı sûretinde zîhayatın bedeninde iddihâr eder. Hatta bedenin her hüceyresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hüceyrenin bir köşesinde iddihâr eder. İstikbâlde hâriçten rızık gelmediği zaman, sarf edilmek üzere, bir ihtiyâtzahîresi hükmünde bulundurur. İşte bu iddihâr edilmiş olan ihtiyât-ı rızık, bitmeden evvel ölüyorlar. Demek o ölüm, rızıksızlıktan değildir. Belki sû’-i ihtiyârdan tevellüd eden bir âdet ve o sû’-i i‘tiyâddan ve o âdetin terkinden neş’et eden bir maraz ile ölüyorlar.
Evet, zîhayatın bedeninde şahm sûretinde iddihâr edilen rızk-ı fıtrî, hadd-i vasat olarak kırk gün, mükemmelen devam eder. Hatta bir marazın veya bir istiğrâk-ı rûhânî neticesinde iki kırkı geçer. Hatta bir adam, şedîdbir inâd yüzünden Londra hapishânesinde, yetmiş gün hiçbir şey yemeden sıhhat ve selâmetle hayatı devam ettiğini, on üç sene evvel gazeteler
SAYFA 64
yazmışlardı. Madem kırk günden, tâ yetmiş, seksen güne kadar rızk-ı fıtrî devam ediyor. Ve madem Rezzâk isminin gāyet geniş bir sûrette rû-yu zemînde cilvesi görünüyor. Ve madem hiç ümid edilmediği bir tarzda memelerden ve odunlardan rızıklar akıyor, baş gösteriyor. Eğer pür-şer beşer, sû’-i ihtiyârıyla müdâhale edip karışmazsa, herhalde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel, o zîhayatın imdâdına o isim yetişecek, açlıkla ölüme yol vermeyecek. Öyle ise, açlıktan ölenler eğer kırk günden evvel ölseler, öylelerin ölümleri kat‘iyen rızıksızlıktan değildir. Belki تَرْكُ الْعَادَاتِ مِنَ الْمُهْلِكَاتِ sırrıyla, sû’-i ihtiyârdan gelen bir âdetten ve terk-i âdetten neş’et eden bir illetten ve bir marazdan ileri gelmiştir. Öyle ise, “Açlıktan ölmek olmaz” denilebilir.
Evet bilmüşâhede görünüyor ki; rızık, iktidar ve ihtiyâr ile ma‘kûsen mütenâsibdir. Meselâ, daha dünyaya gelmeden evvel bir yavru, rahm-i mâderde iktidar ve ihtiyârdan bütün bütün mahrum olduğu bir zamanda, ağzını kımıldatacak kadar muhtaç olmayacak bir sûrette rızkı veriliyor. Sonra dünyaya geldiği vakit, iktidarı ve ihtiyârı yok, fakat bir derece isti‘dâdı ve bilkuvve bir hissi olduğundan, yalnız ağzını yapıştıracak kadar bir harekete ihtiyaç ile en mükemmel ve en mugaddî ve hazmı en kolay ve en latîf bir sûrette ve en acîb bir fıtratta memeler musluğundan ağzına veriliyor. Sonra, iktidar ve ihtiyâra bir derece alâka peydâ ettikçe, o kolay ve güzel rızık, bir derece çocuğa karşı nâzlanmaya başlar. O meme çeşmeleri kesilir, başka yerlerden rızkı gönderilir.