Dördüncü İşaret: Adem, şerr-i mahz; ve vücûd, hayr-ı mahz olduğuna, ehl-i tahkîk ve ashâb-ı keşif ittifâk etmişler. Evet ekseriyet-i mutlaka ile hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücûda istinâd eder ve ona râci‘ olur. Sûreten menfî
SAYFA 74
ve ademî de olsa, esası sübûtîdir ve vücûdîdir. Dalâlet ve şerler ve musibetler ve ma‘siyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası ve mayası; ademdir, nefiydir. Onlardaki fenâlık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendân sûret-i zâhiriyede müsbet ve vücûdî de görünseler, esasları ademdir, nefiydir. Hem bilmüşâhede sâbittir ki, bina gibi bir şeyin vücûdu, bütün eczâsının mevcûdiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harâbiyeti ve ademi ve inhidâmı, bir rüknün ademiyle hâsıl olur. Hem vücûd, herhalde mevcûd bir illet ister. Muhakkak bir sebebe istinâd eder. Adem ise, ademî şeylere istinâd edebilir. Ademî bir şey, ma‘dûm bir şeye illet olur. İşte bu iki kaideye binâendir ki, şeytân-ı cin ve insin kâinâttaki müdhiş âsâr-ı tahrîbkârâneleri ve envâ‘-ı küfür ve dalâleti ve şürûr ve mehâliki yaptıkları halde, zerre mikdar îcâda ve hilkate müdâhaleleri olmadığı gibi, mülk-ü İlâhîde bir hisse-i iştirâkleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir kudretle o işleri yapmıyorlar, belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atâlettir. Hayrı yaptırmamakla, şerleri yapıyorlar. Yani şerler oluyorlar. Çünkü mehâlik ve şürûr, tahrîbât nev‘inden olduğu için, illetleri, mevcûd bir iktidar ve fâil bir îcâd olmak lâzım değildir. Belki bir emr-i ademîyle ve bir şartın bozulmasıyla, koca tahrîbât olur. İşte bu sır, Mecûsîlerde inkişâf etmediği içindir ki; kâinâtta “Yezdân” nâmıyla bir hâlik-ı hayır, diğeri “Ehrimân” nâmıyla bir hâlik-ı şer i‘tikād etmişlerdir. Halbuki onların “Ehrimân” dedikleri mevhûm ilâh-ı şer, bir cüz’-i ihtiyârîyle ve îcâdsız bir kesble şerlere sebebiyet veren ma‘lûm şeytandır. İşte ey ehl-i îmân! Şeytanların bu müdhiş tahrîbâtına karşı, sizin en mühim kuvvetli silâhlarınız ve cihâzât-ı ta‘mîriyeniz, istiğfârdır ve اَعُوذُ بِاللّٰهِ demekle Cenâb-ı Hakk’a ilticâdır. Ve kal‘anız, sünnet-i seniyedir.
Beşinci İşaret: Cenâb-ı Hak kütüb-ü semâviyede, beşere karşı cennet gibi azîm mükâfâtı ve cehennem gibi dehşetli mücâzâtı göstermekle beraber, beşeri pek çok irşâd ve îkāz, ihtâr ve tehdîd ve teşvîk ettiği halde, ehl-i îmânın, bu kadar esbâb-ı hidâyet ve istikamet varken, hizbüşşeytanın mükâfâtsız, çirkin desîselerine karşı mağlûb olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba îmân varken, Cenâb-ı Hakk’ın o kadar şiddetli tehdîdâtına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl îmân gitmiyor? Nasıl اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَع۪يفًا sırrıyla şeytanın gāyet zayıf desîselerine kapılıp, Allah’a isyan ediyor? Hatta benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakîkat
SAYFA 75
dersini benden işittiği ve kalben tasdîkle beraber, bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibâtı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyâkârâne iltifâtına kapıldı. Onun lehinde, benim aleyhimde bir vaz‘iyete geldi. “Fesübhânallâh!” dedim. “İnsanda bu derece sukūt olabilir mi? Ne kadar hakîkatsiz bir insan idi” diye o bîçâreyi gıybet ettim, günaha girdim. Sonra sâbık işaretlerdeki hakîkat inkişâf etti, karanlıklı çok noktalar aydınlandı. O nûr ile lillâhilhamd, hem Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın azîm tergîbât ve teşvîkātı tam yerinde olduğunu, hem ehl-i îmânın desâis-i şeytâniyeye kapılmaları, îmânsızlıktan ve îmânın zayıflığından olmadığını, hem günâh-ı kebâiri işlemekle küfre girmediklerini, hem Mu‘tezile mezhebi ve bir kısım Hâriciye mezhebi, “Günâh-ı kebâiri irtikâb eden kâfir olur veya îmân ve küfür ortasında kalır” diye hükümlerinde hatâ ettiklerini, hem benim o bîçâre arkadaşımın yüz ders-i hakîkati, bir herifin iltifâtına fedâ etmesi, düşündüğüm gibi çok sukūt ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım. Cenâb-ı Hakk’a şükrettim ve o vartadan kurtuldum. Çünkü sâbıkan dediğimiz gibi, şeytan cüz’î bir emr-i ademî ile, insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler.