
Sign up to save your podcasts
Or
İkinci Nokta: Îmân nasıl ki bir nûrdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektûbât-ı Samedâniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinâtı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mâzî ve müstakbeli zulümâttan kurtarıyor. Şu sırrı bir vâkıada اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَي النُّورِ âyet-i kerîmesinin bir sırrına dâir gördüğüm bir temsîl ile beyân ederiz. Şöyle ki: Bir vâkıa-i hayâliyede gördüm ki, iki yüksek dağ var, birbirine mukābil, üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere, ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da her tarafı karanlık, kesîf bir zulümât istîlâ etmişti. Ben sağ tarafıma baktım, nihâyetsiz bir zulümât içinde bir mezâr-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım, müdhiş zulümât dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım, gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müdhiş zulümâta karşı sönük bir cep fenerim vardı. Onu isti‘mâl ettim. Yarım yamalak ışığıyla baktım, pek müdhiş bir vaz‘iyet bana göründü. Hatta önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müdhiş ejderhalar, aslanlar, canavarlar göründü ki; “Keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim” dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım. “Eyvâh! Şu fener başıma belâdır” dedim.
İkinci Nokta: Îmân nasıl ki bir nûrdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektûbât-ı Samedâniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinâtı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mâzî ve müstakbeli zulümâttan kurtarıyor. Şu sırrı bir vâkıada اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَي النُّورِ âyet-i kerîmesinin bir sırrına dâir gördüğüm bir temsîl ile beyân ederiz. Şöyle ki: Bir vâkıa-i hayâliyede gördüm ki, iki yüksek dağ var, birbirine mukābil, üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere, ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da her tarafı karanlık, kesîf bir zulümât istîlâ etmişti. Ben sağ tarafıma baktım, nihâyetsiz bir zulümât içinde bir mezâr-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım, müdhiş zulümât dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım, gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müdhiş zulümâta karşı sönük bir cep fenerim vardı. Onu isti‘mâl ettim. Yarım yamalak ışığıyla baktım, pek müdhiş bir vaz‘iyet bana göründü. Hatta önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müdhiş ejderhalar, aslanlar, canavarlar göründü ki; “Keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim” dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım. “Eyvâh! Şu fener başıma belâdır” dedim.