Bugün Re’fet Bey’in bir mektubunu aldım. Bir vakit suâlleri terkedecek ümidinde iken, yine bir suâl soruyor. Ben yazdırmakta sıkıntı çekiyorum. Her ne ise, Lihye-i Şerîfe hakkında suâli münâsebetiyle diyorum ki: Hadîsçe sâbittir ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Lihye-i Saadet’inden düşen saçların taneleri mahdûddur. Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az mikdarda iken, binler yerde Lihye-i Saadet’in saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü. O vakit hâtırıma gelmiş ki: Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerîfe’nin saçlarından ibâret değil, belki re’s-i mübârekinin traş oldukça, hiçbir şeyini kaybetmeyen Sahâbeler, o nûrlu ve mübârek ve dâimî yaşayacak saçlarını muhâfaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcûda müsâvî gelebilir.
Yine o vakit hâtırıma geldi ki: Acaba her câmi‘de bulunan, sened-i sahîhle bu saç, Hazret-i Risâlet’in saçı olduğu sâbit midir ki, ona karşı ziyaret makbûl olabilsin? Birden hâtıra geldi ki: O saçların ziyareti, vesîledir. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı salavât getirmeye sebebdir ve bir hürmet ve muhabbete medârdır. Vesîlelik ciheti, o şeyin zâtına bakmaz, vesîlelik cihetine bakar. Onun için bir saç, eğer hakîkî olarak Lihye-i Saadet’ten olmazsa, madem zâhir hâle göre öyle telakkî edilmiş ve o vesîlelik vazîfesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salavâta vesîle oluyor, kat‘î sened ile o saçın zâtını teşhîs ve ta‘yîn lâzım değildir. Yalnız, aksine kat‘î delil olmasın, yeter. Çünkü telakkıyât-ı âmme ve kabûl-ü ümmet, bir nevi‘ huccet hükmüne geçer.
Hâşiye: (106. sahîfeye âittir.) (Ciddî bir mes’eleye vesîle olabilecek bir latîfe) Dünkü gün sabahleyin, bir dostumun damadı Mehmed yanıma geldi. Mesrûrâne ve beşâretkârâne dedi ki: “Senin bir kitabını Isparta’da tab‘ etmişler, çoklar okuyorlar.” Ben dedim: “O, yasak olan tab‘ değil, belki müstensihle bazı nüshalar alınmış. Hükûmet ona bir şey demez.” Hem dedim: “Sakın bunu senin dostun olan iki münâfığa söyleme! Onlar böyle bir şey arıyorlar ki, bahane etsinler.” İşte kardeşlerim, bu adam, çendân bir dostumun damadıdır; o münâsebetle benim de ahbâbım sayılır. Fakat berberlik münâsebetiyle, vicdansız muallimin ve münâfık müdürün dostudur. Oradaki kardeşlerimizden birisi bilmeyerek öyle söylemiş. İyi oldu ki, en evvel geldi, bana haber verdi. Ben de tenbîh ettim, fenâlığın önü alındı ve teksîr makinesi binler nüshaları bu perde altında neşretti.
Sayfa 108
Bazı ehl-i takvâ böyle işlerde, ya takvâ veya ihtiyât veya azîmet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid‘a da deseler, bid‘a-i hasene nev‘inde dâhildir. Çünkü vesîle-i salavâttır.
Re’fet mektubunda diyor: “Bu mes’ele ihvânlar beyninde medâr-ı münâkaşa olmuştur.” Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: “İnşikāka ve iftirâka sebebiyet veren münâkaşa etmesinler! Yalnız müdâvele-i efkâr sûretinde nizâ‘sız mübâhaseye alışsınlar.”
Azîz, sıddîk Senirkentli kardeşlerim İbrahim, Hâfız Hüseyin, Hâfız Receb Efendiler! Hâfız Tevfîk ile gönderdiğiniz “üç mes’ele” ye mülhidler eskiden beri ilişiyorlar.
Birincisi: حَتّٰٓي اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ âyetinin ifade ettiği zâhir ma‘nâsına göre: “Güneş, harâretli çamurlu bir çeşme suyunda gurûb ettiğini görmüş” diyor. İkincisi: Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Üçüncüsü: Âhirzamanda Hazret-i Îsâ’nın (as) geleceğine ve Deccâl’ı öldüreceğine dâirdir. Bu suâllerin cevabları uzundur. Yalnız muhtasar bir işaretle deriz ki:
Âyât-ı Kur’âniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zâhir nazara göre ve umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok def‘a teşbîh ve temsîl sûretinde beyân ediyor. İşte تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ güneşin, harâretli çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhît-i Garbî’nin sâhilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurûb ettiğini Zülkarneyn görmüş.