Dördüncüsü: Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nemâ için tevessü‘ meyli bulunur. O meylü’t-tevessü‘ ise, çünkü dâhildendir, vücûd ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eğer hâriçte tevsî‘ için bir meyil ise, o vücûdun cildini yırtmaktır. Tahrîb etmektir. Tevsî‘ değildir. Öyle de, İslâmiyet’in dâiresine selef-i sâlihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla vezarûriyât-ı dîniyenin imtisâli tarîkiyle dâhil olanlarda meylü’t-tevessü‘ ve irâde-i ictihâd bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür.
Sayfa 157
Yoksa zarûriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercîh eden ve felsefe-i maddiye ile âlûdeolanlardan olan o meylü’t-tevsî‘ ve irâde-i ictihâd, vücûd-u İslâmiyeyi tahrîb ve boynundaki şer‘î zincirini çıkarmaya vesîledir.
Beşincisi: Üç nokta-i nazar, şu zamanın ictihâdâtını arziye yapar. Semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki şerîat semâviyedir. Ve ictihâdât-ı şer‘iye dahi, onun ahkâm-ı mestûresini izhâr ettiğinden, semâviyedirler.
Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercîhe sebebdir. Îcâda medâr değildir. İllet ise vücûduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rek‘at kılınır. Şu ruhsat-ı şer‘iyenin illeti seferdir. Hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da, namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakîkatin aksine olarak şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikāme edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle ictihâd arziyedir. Semâvî değildir.
İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzât saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcîh ediyor. Halbuki şerîatın nazarı ise, evvelâ ve bizzât saadet-i uhreviyeye bakar. İkinci derecede âhirete vesîle olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, rûh-u şerîattan yabânîdir. Öyle ise şerîat nâmına ictihâd edemez.
Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُب۪يحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani “Zarûret, haramı helâl derecesine getirir.” İşte şu kaide ise, küllî değil. Zarûret eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû’-i ihtiyârı ile, gayr-i meşrû‘ sebebler ile zarûret olmuş ise, haramı helâl edemez. Ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz. Özür teşkîl edemez. Meselâ, bir adam, sû’-i ihtiyârıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı ulemâ-yı şerîatçe aleyhinde cârîdir. Ma‘zur sayılmaz. Tatlîk etse, talâkı vâki‘ olur. Bir cinâyet etse, cezâ görür. Fakat sû’-i ihtiyârıyla olmazsa, talâk vâki‘ olmaz. Cezâ da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zarûret derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki, “Zarûrettir, bana helâldir.”
Sayfa 158
İşte şu zamanda zarûret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir beliyye-i âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki, sû’-i ihtiyârdan, gayr-i meşrû‘ meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i ictihâdı, o zarûrâtı ahkâm-ı şer‘iyeye medâr yaptıklarından, ictihâdları arziyedir. Hevesîdir, felsefîdir, semâvî olamaz, şer‘î değil. Halbuki semâvât ve arzın Hâlik’ının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdâhale ve o Hâlik’ın izn-i ma‘nevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdâhale merdûddur. Meselâ, bazı gāfiller hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp, her milletin lisânıyla söylemeyi iki sebeb için istihsân ediyorlar.
Birincisi: Tâ siyâset-i hâzıra, avâm-ı müslimîne de o sûretle tefhîm edilsin. Halbuki siyâset-i hâzıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i İlâhînin teblîğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyâsiyenin hakkı yoktur ki, o makam-ı âlîye çıkabilsin.