Meselâ, gāyet hârika ve emsâlsiz, gāyet büyük ve gāyet zînetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimâlden cenûba ulaşan kanatlarını açıp kapayacak, yüz binler nakışlarla tezyîn edilmiş ve kanadının herbir tüyünde gāyet dâhiyâne san‘atlar dercedilmiş bir tavus kuşu farzediyoruz. Şimdi, seyirci iki adam var. Akıl ve kalb kanatlarıyla, bu kuşun yüksek mertebelerine ve hârika zînetlerine uçup bakmak istiyorlar.
Birisi, bu tavus kuşunun vaz‘iyetine ve heykeline ve herbir tüyündeki hârikulâde olan kudret nakışlarına bakar ve gāyet aşk ve şevk ile sever. Dakîk tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki, her gün o sevimli nakışlar tahavvül ve tebeddül ediyorlar. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbûblar kayboluyorlar, zevâl buluyorlar. O adam kendine teselli vermek ve aklına sığıştıramadığı “Vahdet-i hakîki ile rubûbiyet-i mutlakaya; ve ehadiyet-i zâtiye ile hallâkıyet-i külliyeye mâlik bir nakkāşın nakş-ı san‘atıdır” demek lâzım gelirken, o i‘tikād yerine: “Bu tavus kuşundaki ruh, o kadar âlîdir ki, onun sânii onun içindedir veya o olmuş. Hem o ruh, vücûduyla müttehid ve vücûdu ise, sûret-i zâhiriye ile mümtezic olduğundan, o ruhun kemâli ve o vücûdun yüksekliği, bu cilveleri böyle gösteriyor, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhâr eder; hakîkî ihtiyâr ile bir îcâd değildir, belki bir cilvedir, bir tezâhürdür” der.
Diğer adam der ki: “Bu mîzânlı ve nizâmlı, gāyet san‘atkârâne olan nakışlar, kat‘î bir sûrette, bir irâde ve ihtiyârı ve kasıd ve meşîeti iktizâ eder. İrâdesiz bir cilve, ihtiyârsız bir tezâhür olamaz. Evet, tavusun mâhiyeti güzel ve yüksektir; fakat onun mâhiyeti, fâil olamaz, belki münfaildir, fâili ile hiçbir cihetle ittihâd edemez. Ruhu güzel ve âlîdir; mûcid ve mutasarrıf değildir; belki, ancak mazhar ve medârdır.
SAYFA 41
Çünkü herbir tüyünde, bilbedâhe, nihâyetsiz bir hikmetle bir san‘at ve nihâyetsiz bir kudretle bir nakş-ı zînet görünüyor. Bu hâl ise, irâdesiz ve ihtiyârsız olamaz. Bu kemâl-i kudret içinde kemâl-i hikmeti ve kemâl-i ihtiyâr içinde kemâl-i rubûbiyeti ve merhameti gösteren san‘atlar, cilvemilve işi değildir. Bu yaldızlı defteri yazan kâtib, onun içinde olamaz, onunla ittihâd edemez. Belki, yalnız o defterin, o kâtibin yazı kaleminin ucuyla teması vardır. Öyle ise, o kâinât denilen misâlî tavusun hârikulâde zînetleri, tavus Hâlik’ının yaldızlı bir mektubudur.”
İşte şimdi o kâinât tavusuna bak. O mektubu oku. Kâtibine “Mâşâallâh, bârekallâh, sübhânallâh!” de! Mektubu kâtib zanneden veya kâtibi mektub içinde tahayyül eden veya mektubu hayâl tevehhüm eden, elbette aşk perdesinde aklını saklamış, hakîkatin hakîkî sûretini görememiş.
Vahdetü’l-vücûd meşrebine sebebiyet veren aşkın envâından en mühim ciheti, aşk-ı dünyâdır. Mecâzî olan aşk-ı dünyâ, aşk-ı hakîkîye inkılâb ettiği zaman, vahdetü’l-vücûda inkılâb eder. Nasıl ki, insandan şahsî bir mahbûbu muhabbet-i mecâziye ile seven, sonra da zevâl ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakîkî ile bir bekā kazandırmak için, “Ma‘bûd ve Mahbûb-u Hakîkî’nin bir âyîne-i cemâlidir” diyerek kendini teselli eder; bir hakîkate yapışır. Öyle de, koca dünyayı ve kâinâtı hey’et-i mecmûasıyla mahbûb ittihâz eden, sonra o muhabbet-i acîbe, dâimî zevâl ve firâk kamçılarıyla muhabbet-i hakîkiyeye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbûbunu zevâl ve firâktan kurtarmak için, vahdetü’l-vücûd meşrebine ilticâeder. Eğer gāyet kuvvetli ve yüksek îmân sâhibi ise, Muhyiddîn-i Arab’ın emsâli gibi zâtlara zevkli, nûrânî, makbûl bir mertebe olur. Yoksa vartalara, maddiyâta girmek, esbâbda boğulmak ihtimâli var. Vahdetü’ş-şuhûd ise, o zararsızdır; ehl-i sahvin de yüksek bir meşrebidir.