Dördüncü Düstûrunuz: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve fazîletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihâr etmektir. Ehl-i tasavvufun mâbeyninde “fenâ fişşeyh, fenâ firresûl” ıstılâhâtı var.
Sayfa 170
Ben sofî değilim. Fakat onların bu düstûru, bizim mesleğimizde “fenâ fil’ihvân” sûretinde güzel bir düstûrdur. Kardeşler arasında buna “tefânî” denilir. Yani, birbirinde fânî olmaktır. Yani, kendi hissiyât-ı nefsâniyesini unutup, kardeşlerinin meziyât ve hissiyâtıyla fikren yaşamaktır. Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürîd mâbeynindeki vâsıta değildir. Belki hakîkî kardeşlik vâsıtalarıdır. Olsa olsa bir üstâdlık ortaya girer. Mesleğimiz “halîliye” olduğu için, meşrebimiz “hıllet” tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedâkâr arkadaş ve en güzel takdîr edici yoldaş ve en civânmerd kardeş olmak iktizâ eder. Bu hılletin üssül’esâsı, samîmî ihlâstır. Samîmî ihlâsı kıran adam, bu hılletin en yüksek kulesinin başından sukūt eder. Gāyet derin bir çukura düşmek ihtimâli var. Ortada tutunacak yer bulamaz.
Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimâli var. İnşâallâh Risâle-i Nûr yoluyla Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın dâire-i kudsiyesine girenler; dâimâ nûra, ihlâsa, îmâna kuvvet verecekler; ve öyle çukurlara sukūt etmeyeceklerdir.
Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhâfaza etmenin en müessir sebeblerinden birisi, “râbıta-i mevt” tir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevkeden, tûl-ü emel olduğu gibi; riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fânî olduğunu mülâhaza edip, nefsin desîselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarîkat ve ehl-i hakîkat, Kur’ân-ı Hakîm’in كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ ٭ اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ gibi âyetlerinden aldıkları ders ile, râbıta-i mevti sülûklerinde esas tutmuşlar; tûl-ü emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti, o râbıta ile izâle etmişler. Onlar farazî ve hayâlî bir sûrette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor, farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer.
Bu râbıtanın fevâidi pek çoktur. Hadîste اَكْثِرُوا ذِكْرَ هَادِمِ اللَّذَّاتِ ev kemâ kāl yani, “Lezzetleri tahrîb edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye, bu râbıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığından, belki hakîkat olduğu için, bu râbıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayâlî bir sûrette yapmaya mecbûr değiliz.
Sayfa 171
Hem meslek-i hakîkate uygun gelmiyor. Belki âkıbeti düşünmek sûretinde, müstakbeli zaman-ı hâzıra getirmek değil; belki hakîkat noktasında, zaman-ı hâzırdan istikbâle fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayâle, faraza lüzûm kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla; yalnız kendi mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.
İkinci Sebebi: Îmân-ı tahkîkînin kuvvetiyle ve ma‘rifet-i Sâni‘i netice veren masnûâttaki tefekkür-ü îmânîden gelen lemeât ile, bir nevi‘ huzûr kazanıp, Hâlik-ı Rahîm’in hazır ve nâzır olduğunu düşünüp, ondan başkasının teveccühünü aramayarak; huzûrunda başkalarına bakmak ve başkalarından meded aramak, o huzûrun edebine muhâlif olduğunu düşünmekle, o riyâdan kurtulup ihlâsı kazanır. Her ne ise, bunda çok derecât-ı merâtib var. Herkes kendi hissesine göre ne kadar istifâde edebilse, o kadar kârdır. Risâle-i Nûr’da riyâdan kurtaracak ve ihlâsı kazandıracak çok hakāik zikredildiğinden ona havâle edip, burada kısa kesiyoruz.