Kur’ân-ı Kerim, yirmi üç senede, belli fasılalarla ve vahiy yoluyla Peygamber Efendimiz’e inen, ifade tarzı itibarıyla mucize olan, bize kadar tevatüren nakledilmiş bulunan, Mushaflarda da aynen indiği günkü orijinalliğini muhafaza eden nefsî ve lafzî ilâhî kelâmdır.
Onun, harf ve şekillerle kâğıtlara yazılışı dışında hem lafzî hem de nefsî kelâm yönü, ilâhî kelâm olma vasfına bağlıdır. Zira Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatından gelmiştir. Kelâm sıfatı ise, hem ezelî hem de ebedîdir. Durum böyle olunca, daha henüz hiçbir varlık yokken dahi Kur’ân vardı ve mevcuttu. Fakat o, nefsî kelâm olarak vardı. Çünkü Cenâb-ı Hak, varlığa haricî vücud giydirmeden evvel de yine “Mütekellim” idi, konuşuyordu. Zât-ı Bârî’ye ait bin bir ismin binlerce cilvesinden tek cilvesi olan kâinat ağacı üzerinde olgun bir meyve hâlinde zuhur eden insanla konuşacağı ana kadar Cenâb-ı Hak yine konuşuyordu. O’nun işte böyle bir “kelâm-ı nefsî” dediğimiz konuşması vardır. İşte Kur’ân da, bu nefsî konuşma cümlesindendir. Bu yönüyle de Kur’ân, ezelden gelmiştir ve ebede gitmektedir.. ve Kur’ân’dan başka hiçbir kitapta da böyle bir ayırıcı özellik bulmak mümkün değildir.