Selam. Bu bölümde Accuk komünizimdeki pratik ve ekonomik geçersizlikleri, Freud’u ve biraz da sinema kurgusu hakkında konuştum.
Bölüm içinde bahsettiğim “Freud’u sevmiyorum” cümlesini açıkladığım bir örnek:
Freud ve çalışma arkadaşı Josef Breuer, Anna O. (gerçek adıyla Bertha Pappenheim) adlı hastayı histeri teşhisiyle ele almış ve tedavi sürecini kitaplarında bir başarı öyküsü olarak sunmuşlardır. Ancak tarihsel veriler, hastanın aslında yıllar boyunca psikiyatrik sorunlar yaşamaya devam ettiğini göstermektedir. Hatta Breuer’in, hastanın obsesif ve karmaşık semptomları karşısında süreci yarıda bıraktığı ve vakayı tamamlamadan geri çekildiği bazı kaynaklarda açıkça ifade edilmiştir. Bu durum, tedavinin başarıyla sonuçlandığı yönündeki anlatımla çelişmektedir.
Benzer biçimde, Freud’un bazı diğer vakalarında da benzer sorunlar gözlemlenebilir. Örneğin, “Rat Man” olarak bilinen Ernst Lanzer vakasında, Freud hastanın büyük ölçüde iyileştiğini iddia etse de sonraki dönemlerde Lanzer’in semptomlarının sürdüğüne ve terapi sürecinin Freud’un anlattığı kadar net olmadığına dair görüşler bulunmaktadır. “Dora” (Ida Bauer) vakasında ise terapi süreci aniden kesilmiş ve Freud’un yorumları hastanın rızasından çok kendi teorik varsayımlarına dayandırılmıştır.
————-
Sanırım film gerçekten de kötüymüş:d
Bölüm içinde “Gerçek dünyada kimse böyle konuşmuyor.” demiştim ya… Yönetmen olmak isteyen biri olarak bu bakış açısı aslında kendi sinema anlayışıma çok ters düşüyor. Çünkü bence her şey filme çekilebilir; sinema, illüzyon gösterilerini tarihe gömen bir sanat olarak, tamamen bambaşka kurgulara da oturabilir. Gerçek dünyaya benzemek gibi bir zorunluluğu yoktur. Kendi söylediğim cümleden bile rahatsız oldum ve düzeltmek istedim. Bu, sinema felsefeme aykırı.
Zaten sinemadaki hiçbir eserin, gerçek dünyadaki konuşmaları birebir yansıtmak gibi bir zorunluluğu yok. Ancak bu film, o açıdan da başarısız. Çünkü sinemanın en esaslı yönü, izleyiciyi “inandırabilme” becerisidir. Hatta yaygın kanının aksine, bu görev ilk olarak tiyatrodan değil, illüzyon gösterilerinin yerini alan ilk sinema filmlerinden doğmuştur.
Bu nedenle, sizi tek bir odada farklı bir kurguya inandırmak amacıyla çekilen bir sahnenin, gerçek dünyaya birebir benzemesi gerekmez. Ama mesele şu ki, bu film sadece gerçeklikle bağ kurmakta değil, kendi kurduğu dünyada bile ikna edici olamıyor. Scorsese’nin tarzı da bu film özelinde işlerlik kazanmıyor; çünkü biçem var ama içerik eksik. Tarzı izlemek ilginç olabilir ama karakterler donuk, tempo zayıf, atmosfer ise yapay kalıyor. Scors baba ve onun nesli tam olarak bu konuda çok sıçıyor…:/
İzleyiciye inandırıcı bir dünya sunamayan bir film, ne kadar ustalıkla çekilmiş olursa olsun, duygusal veya düşünsel bir bağ kurmakta zorlanır. İşte bu film de tam olarak orada kaybediyor.
⸻
Biraz fazla uzun bir metin yazdım:d amaaan…
Ne olcak¿ Buraya kadar okuduysanız siyasallaşıp bozulmuş her temiz kavrama acıdığımı da bilin.
Saygıyla kalın.
İletişim için: [email protected]