Muhakkâk ki kulun halleri, mâzî, hâl ve istikbâl (geçmiş,
şimdiki hal ve gelecek) olmak üzere 3’tür. Mâzî; Cenâb-ı
Allâh, ezelî kudretiyle, kulu, mazide adem (yokluk), ölüm,
aciz ve cehâletten, varlığa, hayata, kudrete ve ilme, nakletti. Yani kulunu yokluktan varlığa, ölümden hayata, acizlikten kudrete ve cehâletten ilme geçirmesidir. Hâl-i hazır’da
Cenâb-ı Allâh kuluna hacet kapılarını açtı. Ona zaruret sebeblerini lâzım gördü. Bütün bunları yapan, Rahman ve Rahim olan Râbbi’dir. İstikbâl yani gelecekte ise, ceza gününün
sahibi olan Cenâb-ı Allâh, ona âmellerîyle karşılık vermesidir.
Bu üç halde de kulun yarar ve âmelleri, ancak Cenâb-ı Allâh
(c.c.)’a dönmekle sağlıklı bir düzene kavuşur. Hiç şüphesiz
Allâh (c.c.)’dan başka ibâdete müstahâk ve layık bir varlık
yoktur. Sonra Cenâb-ı Allâh’ın, “Biz ibâdet ederiz” mübarek
sözünün, ibâdetten ve ubudiyetten olması muhtemeldir.
İbâdet, gafletsiz kılınan namaz, gıybetsiz tutulan oruç,
minnetsiz yani başa kakmaksızın verilen sadaka, gösterişiz yapılan hac, halka duyurmaksızın yapılan gazve (cihad),
eziyetsiz köle azâd etmek, bıkkınlık ve zaafsız edilen zikir
ve âfetsiz yapılan diğer ibâdetler. Ubudiyet, husûmetsiz
rızâ, şikâyetsiz sabır, şüphesiz yakıniyyet, gayıpsız şühûd,
rücü’suz (dönmemek üzere) Allâh (c.c.)’a yönelmek, kesintisiz vuslat ubudiyetin çeşitleridir. İbâdete layık olan sadece Allâh’dır. Çünkü ibâdet, ta’zimin nihâyet derecesidir.
İbâdet ancak nimeti sonsuz olan Allâh (c.c.)’a yaraşır. O
Allâh (c.c.), mahlûkatına hayat verip menfaati ile nimetlendirendir. Cenâb-ı Allâh âyeti kerimede şöyle buyurmaktadır:
“(Ey kâfirler!) Allâh’a nasıl küfrediyorsunuz ki, ölü idiniz
sizleri diriltti... Sonra sizleri yine öldürecek, sonra sizleri
yine diriltecek... Sonra da döndürülüp O’na götürüleceksiniz! O, o haliktır ki, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra semâya inâyet buyurdu da, onları yedi semâ
halinde nizamına koydu. O her seyi bilir bir alîm’dir.” (Bakara s. 28-29)
(İsmail Hâkkı Bursevi, Rûhu’l-Beyân Tefsiri, c.1, s.74-75)