Beşinci Dal: Beşinci Dal’ın “Beş Meyvesi” var. Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim! Ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinâtın bir sebeb-i vücûdudur. Hem şu kâinâtın râbıtasıdır. Hem şu kâinâtın nûrudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinâtın en câmi‘ bir meyvesi olduğu için, kâinâtı istîlâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihâyetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihâyetsiz bir kemâl sâhibi olabilir.
İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz fıtratında derc olunmuştur. Alâküllihal, o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlik’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi belâlı bir musibettir. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhâmını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir belâdır. Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, “Allah’a ısmarladık” demeyip gider. Gençliğin ve malın gibi. Ya muhabbetin için seni tahkîr eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzu, ma‘şûkundan şikâyet eder. Çünkü Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile sanem-misâl dünyevî mahbûblara perestiş etmek, o mahbûbların nazarında sakîldir. Ve istiskāl eder. Reddeder. Zîrâ fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. Şehvânî sevmekler, bahsimizden hâriçtir. Demek sevdiğin şeyler, ya seni tanımıyor, ya seni tahkîr ediyor, ya sana refâkat etmiyor. Senin rağmine mufârakat ediyor. Madem öyledir, bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcîh et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun
Evet, Hâlik-ı Zülcelâl’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf bir kamçıdır. Onun rahmetinin kucağına atar. Ma‘lûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem‘asıdır. Demek, havfullâhta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullâhta ne kadar nihâyetsiz lezzet bulunduğu ma‘lûm olur. Hem Allah’dan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için, mahlûkāta ettiği muhabbet dahi firâklı elemli olmuyor.
Evet, insan evvelâ nefsini sever. Sonra akāribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinâtı, dünyayı sever. Bu dâirelerin her birisine karşı alâkadârdır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleri ile müteellim olabilir.
Sayfa 149
Halbuki, şu herc ü merc-i âlemde ve rüzgâr deverânında hiçbir şey kararında kalmadığından, bîçâre kalb-i insan her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Dâimâ ızdırab içinde kalır. Yahud gaflet ile sarhoş olur. Madem öyledir, ey nefis! Aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakîkî sâhibine ver. Şu belâlardan kurtul. Şu nihâyetsiz muhabbetler, nihâyetsiz bir kemâl ve cemâl sâhibine mahsûstur. Ne vakit hakîkî sâhibine verdin, o vakit bütün eşyâyı onun nâmıyla ve onun aynası olduğu cihetle ızdırabsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet, doğrudan doğruya kâinâta sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet, en lezîz bir ni‘met iken, en elîm bir nikmet olur.
Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis! Sen, muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun. Sen kendi nefsini kendine ma‘bûd ve mahbûb yapıyorsun. Her şeyi nefsine fedâ ediyorsun. Âdetâ bir nevi‘ rubûbiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi ya kemâldir, zîrâ kemâl zâtında sevilir. Yahud menfaattir. Yahud lezzettir. Veyahud hayriyettir. Ya bunlar gibi bir sebeb tahtında muhabbet edilir.
Şimdi ey nefis! Birkaç Söz’de kat‘î isbat etmişiz ki, asıl mâhiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki, zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nûrun parlaklığını gösterdiği gibi; zıddiyet i‘tibâriyle sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâl’in kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine aynadârlık ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adâvet etmelisin.