Sekizinci Asıl: Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydân-ı imtihânda, çok mühim şeyleri kesretli eşyâ içinde saklıyor. O saklamakla, çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadr’i umum ramazanda, saat-i icâbe-i duâyı cum‘a gününde, makbûl velisini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyâmetin vaktini ömr-ü dünyâ içinde saklamış. Zîrâ ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki âhiret ve dünya muvâzenesini muhâfaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı iktizâ eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır. İşte kıyâmet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etse idi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler. Ve kurûn-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan, nasıl hayat-ı şahsiyesiyle, hânesiyle ve köyünün bekāsıyla alâkadârdır. Öyle de, hayat-ı ictimâiye ve nev‘iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadârdır. Kur’ân اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ der. “Kıyâmet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zîrâ kıyâmet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyâmet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün.
İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyâmeti, mugayyebât-ı hamseden olarak ilminde saklıyor. İşte bu ibhâm
Sayfa 134
sırrındandır ki, her asır, hatta asr-ı hakîkatbîn olan Asr-ı Saadet dahi, dâimâ kıyâmetten korkmuşlar. Hatta bazıları, “Şerâiti hemen hemen çıkmış” demişler. İşte bu hakîkati bilmeyen insafsız insanlar derler ki, “Âhiretin tafsîlâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahâbelerin fikirleri, ne için binler sene hakîkatten uzak düşmüş gibi istikbâl-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakîkati, asırlarında karîb zannetmişler?”
Elcevab: Çünkü Sahâbeler, feyz-i sohbet-i nübüvvetten herkesten ziyâde dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, kıyâmetin ibhâm-ı vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi dâimâ muntazır bir vaz‘iyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Kıyâmeti bekleyiniz. İntizâr ediniz!” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşâd-ı Nebevîdir. Yoksa vukū‘-u muayyene dâir bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakîkatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bu nevi‘ sözleri, hikmet-i ibhâmdan ileri geliyor.
Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyân gibi âhirzamanda gelecek eşhâsları, çok zaman evvel, hatta Tâbiîn zamanında onları beklemişler. Yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hatta bazı ehl-i velâyet, “Onlar geçmiş” demişler.
İşte bu da, kıyâmet gibi, hikmet-i İlâhiye iktizâ eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i ma‘neviyenin takviyesine medâr olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî ma‘nâsına muhtaçtır. Bu ma‘nâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenâlara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için nifâkın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer ta‘yîn edilse idi, maslahat-ı irşâd-ı umûmî zâyi‘ olurdu.
Şimdi, Mehdî gibi eşhâsın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki, ehâdîsi tefsîr edenler, metn-i ehâdîsi tefsîrlerine ve istinbâtlarına tatbîk etmişler. Meselâ, merkez-i saltanat, o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, vukūât-ı Mehdiye veya Süfyâniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek, öyle tefsîr etmişler.
Hem de o eşhâsın şahs-ı ma‘nevîsine veya temsîl ettikleri cemâate âit âsâr-ı azîmeyi, o eşhâsın zâtlarında tasavvur ederek, öyle tefsîr etmişler ki, o eşhâs-ı hârika çıktıkları vakit, bütün halk onları tanıyacak gibi...