Share UFUK TURU
Share to email
Share to Facebook
Share to X
By H. Selim Açan
The podcast currently has 47 episodes available.
Mustafa Suphi ve yanındaki yoldaşlardan ondördünün Kemalist rejim tarafından oyuna getirilip katledilmeleri Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde önemli bir kırılma noktasıdır. Bu konuda hemen herkes hemfikirdir. Buna karşın bazı yönlerden bugüne kadar süren tartışma ve polemiklere konu olduğu gerçeğinin üzerinden de atlayamayız.
“Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz,
Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz,
Döğüşenler ölenlerin tutmaz yasını.
Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa,
Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa,
Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını.
Eski cihan, yeni cihan önünde eğil!
Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil,
Her ne yapsan varacağız emelimize!
Karadeniz… bunu duysun derinliklerin:
O ateşli göğüsleri delen hançerin
Kabzasını alacağız biz elimize!
Bugünkü kuşakların tamamı için söylenebilir mi bilemiyorum ama Türkiye sol hareketinin 2000 öncesi kuşakları içinde Nazım ve Vâlâ Nurettin’in 1922 yılında Batum’da birlikte yazdıkları bu şiirin bestelenmiş halini duymayan hatta söylememiş olan bir devrimci sanırım yoktur.
Onbeşler İçin başlığını taşıyan bu şiir, bazı çevrelerin Türkiye komünist hareketinin tarihinin başlangıç noktası olarak gördükleri tarihsel TKP’nin kurucularından Mustafa Suphi ve yanındaki yoldaşların Kemalist rejim tarafından oyuna getirilerek katledilmeleri üzerine yazılmıştır.
Bu katliamın Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde önemli bir kırılma noktası olduğunda hemen herkes hemfikirdir.
Buna karşın bazı yönlerden de bugüne kadar süren tartışma ve polemiklerin konusudur.
Ufuk Turu başlığı altında yaptığımız podcast sohbetleri kapsamında yazarımız H. Selim Açan, bu programda konuyu sosyalist araştırmacı Hamit Erdem’le konuşuyor.
Türkiye’de Ermeni olmak, tıpkı Kürt olmak, Rum olmak, Arap olmak, Alevi olmak ya da LGBTİ olmak gibi küfürdür. Size “Ermeni dölü” ya da “tohumu” diye küfreden birini çekip vursanız neredeyse hiç ceza almazsınız.
Çünkü Türk mantalitesine göre bu çok ağır bir küfürdür. Şu an bu ülkenin Cumhurbaşkanı olan şahsın bir konuşmasında “Affedersiniz Ermeni..” aşağılamasını unutmuş olamazsınız.
Uzun sözün kısası Hrant Dink’in yaşadığı “güvercin tedirginliği” bu topraklarda geriye kalmış Ermenilerin yabancısı olmadıkları bir ruh halidir. Türkiye’de Ermeni olmayı, 1950 seçimlerinden 55 yıl sonra HDP milletvekili olarak TBMM’ye giren ilk Ermeni milletvekili Garo Paylan’la konuştuk. Garo Paylan’la sohbeti Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından dinleyebilirsiniz.
Gazetemiz editörlerinden Oya Açan, sosyoloji ve antropoloji profesörü Neşe Özgen ile çeşitli boyutlarıyla göç olgusunu, gün geçtikçe çığlayan bu devasa sorunu nasıl ele almak gerektiğini ve mücadele araçları üzerine konuştu.
Savaşlardan, iç savaşlardan, devlet terörü ve ayrımcı baskılardan canını kurtarmak için yaşadıkları yerleri terketmek zorunda kalan yüzbinler milyonlar var. İçine itildikleri koyu karanlık ve geleceksizlikten kurtuluş hayaliyle çıktıkları umut yolculuğunda geçtikleri her yerde krizin ve işsizliğin sorumlusu olarak görülüp düşman muamelesi gören milyonlarca insan oradan oraya savruluyor.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği 2021'de yayınladığı Küresel Eğilimler Raporu'na göre zorla yerinden edilmiş kişilerin toplam sayısı 2021'in sonunda 89,3 milyonu buldu. Önceki seneye göre yüzde 8, 10 yıl öncesine göreyse iki kat artış görüldü. Bu rakamlar, 8 milyar insanın yaşadığı dünyada her yüz kişiden en az birinin zulüm, çatışma, şiddet, insan hakları ihlalleri yüzünden evini terk etmek zorunda kaldığını gösteriyor. Bunlardan 53,2 milyonu ülke içinde başka yerlere giderken, 36,1 milyon kişi yurtlarını bırakmak durumunda kaldı. Ülkesinden kaçanların 27 milyonu mülteci statüsünde görülüyor.
Mültecilik sorunu çok katmanlı çok boyutlu bir sorun. Ne salt insan hakları sorununa indirgenebilir ne de dayanışma ve yardımlaşma yoluyla çözülebilir.
***
Bugün bu konuyu sosyoloji ve antropoloji profesörü Neşe Özgen'le konuştuk. Neşe Özgen Berlin Freire Üniversitesi'nde misafir araştırmacı olarak çalışıyor ve 2015'ten beri sürgünde yaşıyor.
1-Bugün sorunu yaratan Batılı emperyalist ülkeler başta olmak üzere Avrupa toplumlarını teslim almış olan göçmenlik olgusunun temelinde ne yatıyor? Bu olgu neden bu son yıllarda bu denli çığlaştı?
2-Göçmenlik nasıl bir hal sence? Sen de ben de politik mülteci olarak başka ülkelerde yaşıyoruz. Sürgündeyiz. Göçün hem göçmenler açısından hem de göçtükleri ülkelerde yaşayan insanlar açısından ne tür handikapları oluyor? Göçmenlik halini hem sosyolojik açıdan hem de bir kadın olarak nasıl tanımlarsın.
3-Türkiye, dünyada en çok mülteci barındıran ülke. Türkiye’de bugün, çeşitli ülkelerden gelmiş olan 4 milyondan fazla göçmen yaşıyor. Türkiye'nin ardından gelen Kolombiya'da mülteci sayısı Türkiye'ninkinin neredeyse yarısı. Bu konu ülkede sadece siyasetçiler arasında değil toplumda da derin yarık ve saflaşmalara yol açmış durumda. İktidar kanadı bu yığılmaya “insani” bir kılıf geçirmeye çalışıyor ama hepimiz biliyoruz ki, Türkiye aslında para karşılığı Avrupa'nın sınır bekçiliğini yapıyor. Bu anlamda göçmenler için bir açık hava hapishanesi, bir toplama kampı. Bunu başı sıkıştıkça Avrupa'ya karşı şantaj aracı olarak kullandığını da biliyoruz. İktidar karşıtı çevrelerde de sorun başka türlü araçsallaştırılıyor. Birbirine zıt görünen bu tutumları hangi temele oturtuyor, nasıl değerlendiriyorsun?
4-“Göçmen sorunu” olarak tanımlanan sorunu nasıl ele almak gerekiyor? Bu durum konusunda sadece bir insan hakları sorunu mu “insani duyarlılık”, “dayanışma” ve “yardım” yaklaşımıyla yetinilebilir mi? Zorla yerinden yurdundan edilen insanlar istisnasız her yerde aşağılanma, yok sayılma, ötekileştirilme ve ırkçılığın kurbanı olmaktan kurtulamıyorlar. Dünyanın bütün halklarının acısını yaşadıkları ve kapitalizm varolduğu sürece sonuçlarından kaçınamayacağımız bu devasa sorun konusunda neler yapılmalı?
Türkiye’de 2023‘ün öncesi ve sonrasıyla bir ‘seçim yılı’ olarak geçeceği ortada.
Gerçi bu seçimin yapılıp yapılmayacağı, yapılsa bile hangi koşullarda nasıl bir seçim olacağı hâlâ meçhul.
Yalnız süreç nasıl seyrederse seyretsin ortaya çıkacak sonuç ve oluşacak yeni dengelerin önümüzdeki yıllar üzerinde de tayin edici etkileri olacak.
“Bu seçimin bir kader seçimi olduğu” görüşü ilerici kamuoyunda yaygın ve etkili. AKP-MHP ikilisiyle bu ittifakın genellikle gözden kaçırılan üçüncü ayağı Ergenekoncu faşist koalisyon kazanacak olursa “Türkiye’de İslamcı faşizmin kurumsallaşma sürecinin tamamlanmakla kalmayıp çıkılması zor bir karanlık tünele gireceğimiz” düşünülüyor.
Bu tümüyle haksız bir görüş sayılmaz. Fakat hem geleceğimizi sadece bir seçime bağlaması yönüyle yanlış hem de Türkiye’de rejimin faşist bir karakter kazanmasını Tayyip Erdoğan’a ve Başkanlık sistemine geçişle başlamış bir süreç olarak gördüğü için isabetsiz.
***
Tayyip Erdoğan’da cisimleşen führerci rejim modeline güçlü bir siyasal-moral darbe indirilemeyecek olursa bugünkünden daha boğucu hale getirilmeye çalışılacak zor ve karanlık günlerin bizleri beklediğini görmek zor değil ama bu karanlığın alternatifi olarak sunulan restorasyon projeleri de özlemini duyduğumuz özgürlüğü içermekten çok uzak.
Bu noktada, “Önce şu Tayyip’ten bir kurtulalım da, sonrasında ne olacaksa olsun” sığlığında bir muhalefet anlayışından bir an önce sıyrılmak şart. Aksi taktirde çok değil bir-iki yıl içinde “Hay ellerim kırılaydı da…” pişmanlığını bir kez daha yaşamaktan kaçamayız.
***
Her şeyi seçim sandığına endeksleyip buna bir de “nasılsa gidiciler” rehavetinin eklenmesi yeni bir “Adam kazandı” şokuna davetiye çıkarmanın yanında ola ki Tayyip Erdoğan ve çetesi devrilecek olursa karşılaşılması kuvvetle muhtemel ekonomik, siyasal ve sosyal depremlere de fenersiz yakalanmaya zemin hazırlar.
Dolayısıyla her şey o kadar kolay güzel olmuyor! Aynı şekilde “gelmekte olan” gelecek olsa bile burjuva karşı devrim öyle kolay teslim olmuyor.
Peki yok mu bunun çaresi? Olmaz olur mu, var elbette. Andığımız örnekler -özellikle de Bolivya ve Peru- bunun ipuçlarını da değişik yoğunluklarda içeriyor.
İşin özü, sandığın kendisini fetişleştirmemekte. İşçi sınıfı ve ezilen yığınların iradelerini ve tercihlerini tanımayan her saldırıya üretimden gelen güçleri yanında kullanılabilecek bütün biçim ve araçlarla hayatı durdurarak yanıt verebilecek bir bilinçle donatıp örgütlemekte.
2023 Türkiyesi’ni bu ana eksenler üzerinde değerlendiren podcast programımızı Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından izleyebilirsiniz.
Her yıl sonunda geride kalan yılın değerlendirmesi temelinde gelen yıla dair tahmin ve beklentilerin dile getirilmesi adettendir.
Geride kalan yılın değerlendirmesine genellikle kuru/soğuk bir gerçekçilik damgasını vurur. Bu daha çok belli başlı olay ve gelişmelerin kaba bir dökümü biçiminde kendisini gösterir.
Yeni yıla dair beklentilere ise iyimserlik ve umut hakimdir.
Ne var ki 3. yılına girdiğimiz 2020’li yıllar iyimser olmayı zorlaştırıyor. Umuda pek yer bırakmıyor.
Bu sadece sübjektif bir yargı değil. Dünya çapında yapılan araştırma ve kamuoyu yoklamalarında da karşımıza çıkan bir sonuç. Mesela Gallup şirketinin 140 ülkede, 150 bin kişiyi kapsayan araştırması keder ve öfke duygularının rekor düzeylere çıktığını gösteriyor.
Halkların çoğunluğu mutsuz. Hem kendilerinin ve ailelerinin hem de evrenin geleceğinden kaygı duyuyorlar.
Ne var ki “bilinçsiz süreçlerin bilinçli temsilcileri” olma iddiasını taşıyan Marksistler, tarihsel bir perspektif ve amaç açıklığına sahip komünistler ve devrimciler olarak bizlerin “umutsuz” olmaya hakkı yok!
Dahası umudu ayakta tutup büyütmekle yükümlüyüz!
Ama bunu nasıl yapacağız?
İçinde bulunduğumuz tarihsel kesitin can alıcı hatta tayin edici sorusu bu.
Çünkü kitlelerdeki yukarda işaret ettiğimiz yaygın ruh hali çok tehlikeli. İki tarafı keskin bir bıçak adeta. Hiç umulmadık sistem karşıtı patlamalara da dönüşebilir, faşist parti ve hareketlerin değirmenine de su taşıyabilir.
Şu sıralar ikinci yönde işliyor maalesef. Dolayısıyla bir yangın alarmı olarak görülüp okunmalı.
Komünistler ve devrimciler olarak bizler elbette umudun temsilcileri ve taşıyıcıları olmalıyız. Ama her bakımdan bunalmış kitleler üzerinde sivrisinek vızıltısı kadar bile etkisi olmayan keskin devrimci ajitasyon ve sloganlarla başaramayız bunu.
Bizim iyimserliğimiz ayakları yere basan, gerçekçi bir iyimserlik olmak zorunda.
Bu gerçekçilik hem isabetli ve etkili bir politik hat tutturabilmemiz için gerekli, dahası zorunlu. Hem de politika ve taktiklerimizin dışımızdaki güçlere, işçi ve emekçi kitlelere güven vermesi ve ikna edici olabilmesi için.
Fakat bizim gerçekçiliğimiz aynı zamanda büyük tarihsel rüyamızın iz ve çizgilerini de içermeli. Onu mümkün kılabilmenin imkân ve potansiyellerinin nerede yattığını da gösterebilmeli.
Bu anlamda, en başta kendimizi mecalsizleştiren, mevcut durumu ve gidişatı değiştirebileceğimiz duygusu ve inancını köreltip kurutan teslimiyetçi oportünist bir gerçekçilikle taban tabana zıt olmalı.
2023 insanlığa ne getiriyor sorusunun yanıtını bu yaklaşım temelinde aramaya çalışacağız.
İki bölüm halinde ele alacağız konuyu. Bu programda Dünyada 2023 üzerinde duracağız. Gelecek programda da Türkiye özelini ele alacağız.
Dünyada 2023’ü karşılarken programını Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından izleyebilirsiniz.
Maraş katliamı bu ülkenin kapanmamış tarihsel yaralarındandır. Aynı zamanda silinmemiş kara lekelerinden biri.
1978 Aralık’ında yaşanan bu katliam sırasında resmi rakamlara göre 120 kişi öldürüldü (gerçekte en az 700), yüzlerce insan yaralandı. Alevilere ait 559 ev yakıldı, 300 civarında işyeri yağmalanıp tahrip edildi. İnsanın anlatırken bile soluğunun kesildiği tüyler ürpertici vahşet örnekleri yaşandı.
Bir hafta süren (19-26 Aralık arası) süren bu kıyımı devlet resmen seyretti. Dahası baştan itibaren işin içinde ve merkezinde olduğu sonradan açığa çıktı.
Katliamda yer aldıkları saklanamaz biçimde açığa çıkan katillerden bir kısmı hakkında açılan dava tam 23 yıl sürdü, yani zamana yayılarak çürütüldü. Sonunda da topu topu 22 idam-7 müebbet kararı çıktı.
Bu öylesine göstermelik bir yargılamaydı ki, o “idamlıklardan” biri -üstelik katliamın fitilini ateşleyen MHP’li faşist piyonların önde gelenlerinden Ökkeş Kenger adındaki katil- yıllar sonra Refah partisi listesinden milletvekili olarak Meclise girdi.
Buna karşın katliamın sorumluluğunu solcuların üstüne yıkmak için devlet elinden geleni yaptı. Katliam sırasında işbaşında olan Bülent Ecevit Hükümeti’nin İçişleri Bakanı İrfan Aydınlı, vahşetin önünü almak için uğraşacağına “Olayların sorumlusu solcu örgütlerdir” diyerek hedef saptırmaya soyundu. Arkasını 12 Eylül cellatları getirmeyi denedi. 12 Eylül döneminde Maraş’tan sorumlu sıkıyönetim komutanı, “Kırbaçlı paşa” olarak tanınan tümgeneral Yusuf Haznedaroğlu’nun bizzat katıldığı işkenceli sorgularda devrimciler sahte itiraflara zorlandılar. Kollarından ve ayaklarından zincirli olarak tutuldukları için “Zincirliler” olarak anılan 14 devrimci aylarca 24 saat işkenceye tabi tutuldular.
Aradan 44 yıl geçtiği halde Maraş Katliamı’na dair dava dosyası “devlet sırrı” olarak hâlâ Genelkurmay kasalarında gizli tutuluyor. Salt bu bile devletin o katliamda nasıl kirli bir rol sahibi olduğunu görmeye yeter.
H. Selim Açan, podcast dizimizin bu programında hukuk doktoru akademisyen Orhan Gazi Ertekin’le Maraş Katliamı’nı konuşuyor. Katliama dair araştırmaları sırasında ulaştığı bulguları MARAŞ KATLİAMI/ Vahşet, Direniş ve İşkence kitabında yayınlayan Ertekin, bunu bir ‘katliam’ olarak değil ‘pogrom’ olarak niteliyor. Güney Afrika’daki ırk ayrımcısı Apartheid rejimi ve ABD’de siyahlara karşı izlenen politikalarla olan paralelliklerine dikkat çekiyor. Bu pogromların sadece ‘geçmişte’ kalmayıp belli aralıklarla tekrarlanmasından hareketle ‘yaşayan katliamlar’ olarak tanımlıyor.
Ayrılık ne biliyor musun?
Ne araya yolların girmesi,
ne kapanan kapılar,
ne yıldız kayması gecede,
ne ceplerde tren tarifesi,
ne de turna katarı gökte.
İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!
Gerçi Şükrü Erbaş bir röportajında, “Şiir üzerinde fazla konuşulmaması gereken bir sanat dalıdır” der. “Çünkü şiir yazılmıştır, şair sözünü söylemiştir ve okuyanlar kendileri bir anlam çıkarmalıdır.”
Dediği doğrudur. Şiir üzerine konuşulmaz. Şiir her şeyden önce duyumsanır, özümsenir ve esinlediği duygu ve düşünceler temelinde çok yönlü yolculuklara çıkarır insanı.
Şükrü Erbaş’ın şiirlerinde insanı asıl çarpan mücadele ile hayatın iç içeliği, bunları birbirinden ayırmanın olanaksızlığıdır. Onun şiirinde mücadele etmek ile yaşamak, adeta aynı şeyi ifade eder; mücadele edilmesi gereken sistem, onu çoğaltan insanlarıyla birlikte kavranır.
Acıları ve yoksunluklarıyla, sevinçleri ve hayalleriyle bütünleştiği insanlara onları nasıl anlattığını söyleşilerle ulaştırıyor. Ankara'dan Cizre'ye, Elazığ'dan Van'a kadar bir şiir gerillası gibi dolaşıyor. Şiirini onlara içiriyor, onlardan besleniyor.
Kulak verelim...
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin son raporuna göre AKP’nin iktidarda olduğu son 20 yılda en az 30 bin 224 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti.
Bu ne demek biliyor musunuz?
Bu ülkede her yıl en az bin 500 işçi ölüyor demek. (Programda Aslı Odman, bunun dört hatta beş katı ölümün söz konusu olduğuna dikkat çekti).
Nitekim henüz bitmemiş olan 2022 yılının ilk 10 ayında ölen işçi sayısı bin 521.
Her yıl en az bin 500 can!..
İSİG Meclisi haklı olarak soruyor: “Hangi savaşta bu kadar insan kaybettik?”
Üstelik bunların arasında çocuklar da var. Hem de bazıları 4-5 yaşlarındaki çocuklar. Yine İSİG verileri aydınlatıyor bizi. Buna göre:
Son 10 yılda en az 616 çocuk, çalışırken yaşamını yitirmiş. Bu çocukların 96’sı kız, 520’si erkek.Bunların 4’ü 4 yaşında, 5’i 5 yaşında, 4’ü 6 yaşında, 5’i 7 yaşında, 12’si 8 yaşında, 12’si 9 yaşında, 24’ü 10 yaşında, 13’ü 11 yaşında, 32’si 12 yaşında, 39’u 13 yaşında, 61’i 14 yaşında, 87’si 15 yaşında, 123’ü 16 yaşında ve 195’i 17 yaşında.
Hiçbir güvenceleri olmayan sahipsiz geçici tarım işçileri arasında bilinmedik kimbilir daha kaç çocuk ve yetişkin ölümü var?
Tayyip Erdoğan başta olmak üzere patronlara, bürokratlara, kapitalizm yandaşlarına soracak olursanız bu cinayetler birer “kaza”. Resmi söylemde de “iş kazası” olarak tanımlanıyor bu cinayetler.
Bu anlayışta olanlara bakacak olursak bu “kazalar” maden ve inşaat gibi bazı sektörlerin “fıtratında var”. Bunun dışında işçilerin cahilliği, güvenlik önlemlerini önemsemeyişleri, tedbirsizlik, dikkatsizlik, vb. vb. yüzünden yaşanıyor bunlar.
Gerçekte ise bu cinayetlerin nedeni neoliberal düzenin ucuz ve güvencesiz istihdam politikaları ve sermaye birikim stratejisidir.
İş güvenliği konusunda en basit güvenlik önlemini bile “masraf” olarak gören sermayenin açgözlülüğüdür. İşçiyi fiziken de ruhen de tüketip posaya çeviren ağır çalışma koşullarıdır. Temelde yatan bu tayin edici etkenin sonuçlarını katmerli hale getiren faktörler ise sınıfın örgütsüzlüğüdür, denetimsizliktir, cezasızlıktır… Siz hiç onca işçinin kanına giren patronlardan doğru dürüst ceza alan tek bir örnek gördünüz mü bugüne kadar?..
Programdaki sohbet sırasında Aslı Odman, meslek hastalıkları ve tüketici çalışma koşulları nedeniyle ölenler de hesaba katılacak olursa günlük ve yıllık işçi ölümlerinin en az 4’le çarpılması gerektiğinin altını çizdi. Çevre yıkımıyla işçi bedeninin tüketilmesi arasındaki ilişkiye dikkat çekti. Emeğin posasını çıkaran insanlık dışı çalışma temposunun, hız ve performansa dayalı artı değer sömürüsünün madende de reklamcılık sektörü ya da akademide de karşımıza çıktığına işaret etti.
Aslı Odman’la sohbeti Alınteri’nin YouTube ve Spotify adreslerinden dinleyebilirsiniz.
Çevrenin talanı ve doğanın dünya çapında tahribi neoliberal kapitalizmin son 40 yıldır alamet-i farikası durumunda.
Türkiye'ye gelince bu çok daha vahim boyutlar kazanıyor. En nadide alanlar, kentlerin rant değeri yüksek olan her yeri emekçilerden arındırılmaya çalışılıyor. Verimli tarım arazileri sermayeye peşkeş çekiliyor. İstediği yere “riskli alan” ya da “hazine malı” diyerek çöken AKP iktidarı, emperyalist ve yerli işbirlikçilerinin semirmesi için doğanın canına okuyacak ruhsatlar dağıtıyor, maden ruhsatları adeta kapanın elinde kalıyor.
Yeşil alanlar imara, depremde sığınılacak yerler dahi yapılaşmaya açılıyor. Kamu arazileri rant ve talan yumağı içinde can çekişiyor.
Avrupa'nın çöplüğü, zehirli atık deposu haline getirilen Türkiye'de pek çok ormanlık alan yangınlarla ya da çeşitli yağma projeleriyle yok edildi.
Neoliberal yağmacılıkta ustalaşan AKP, iktidarda olduğu yıllarda bu modelin ruhuna uygun olarak devlet işletmesi olarak tanımlanan 271 işletmeyi sattı. Elde kalan birkaçını da Varlık Fonu denilen havuzda toplayarak sıcak para bulmak için adeta ipotek altına aldı. Son yıllarda esas olarak doğayı, devlet arazilerini metalaştırma, sermayeye peşkeş çekme yolunu tuttu. Kentler, tarihsel varlıklar, yeşil alanlar, zeytinlikler, ormanlar… aklımıza gelebilecek ne varsa maden-turizm-inşaat patronlarına ya da sıcak para için türlü çeşit sermaye adreslerine peşkeş çekildi.
Gazetemiz editörlerinden Oya Açan, çevre sorunları konusundaki birikimi ve mücadelesiyle tanınan isimlerden akademisyen ve siyasetçi Beyza Üstün'le konuştu.
Aşağıdaki sorular ekseninde gelişen sohbeti Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından dinleyebilirsiniz:
1-Sermayenin son birkaç yıldır AKP eliyle doğa ve çevreye yönelik saldırısının gerisindeki motivasyon nedir?
3-İklim krizinde gelinen noktanın vahim olduğu ve herkesin bir an önce harekete geçmesi gerektiğini düşünen çevreci gruplar bu yıl kamuoyunun dikkatini çekmek için farklı malzemeler kullanarak ünlü sanat eserlerine zarar verme tarzında eylemlere başladı. Bu eylem biçimini nasıl değerlendiriyorsun?
Türkiye’de işçi hareketi uzun süren bir durgunluk döneminin ardından özellikle son bir-iki yıldır gözle görülür bir kıpırdanma içinde. Fakat bu hareketlenme hâlâ tereddütlü kesimleri de peşine takıp sürükleyen güçlü bir dalgaya dönüşebilmiş değil. Gelip takılınan bir eşik var.
Sınıfın devrimci sınıf sendikacılığı anlayışıyla hareket eden öncüleri bu eşiğin de aşılması için cansiperane bir çaba içindeler. Her biri mayayı tutturdukları farklı sektör ve mevzilerden bu çemberi zorluyor. Bu arada birbirleriyle ilişkilerinde de giderek genişleyip derinleşen bir siper arkadaşlığı ve yoldaşlaşma eğilimi kendisini gösteriyor. Adet yerini bulsun kabilinden yapılan göstermelik grev ve direniş ziyaretlerinin ötesine geçen çok anlamlı örnekler uç vermeye başladı kavganın bu cephesinde de. Gerçi bu alanda da henüz aşamadığımız bazı eşikler var ama gelişmenin yönü olumlu ve umut verici.
Podcast dizimizin bu programında yazarımız H. Selim Açan, yıllarını emeğin kurtuluşu kavgasına adamış devrimci sınıf önderlerinden Kamil Kartal’la sınıf hareketinin içinde bulunduğu durum, aşılamayan eşikler, bunların nedenleri ve nasıl aşılacağı konusunu konuşuyor.
Sohbetin başında Kamil Kartal sınıfın içinde bulunduğu durum ve ruh hali üzerine gözlemlerini aktarıyor. Konuşma devamında hareketin ilerletilmesi ve yeni bir devrimci sendikal odağın yaratılabilmesi için yapılması gerekenler üzerine görüş alış verişi şeklinde sürüyor.
Kamil Kartal’la yapılan sohbeti Alınteri’nin YouTube ve Spotify hesaplarından dinleyebilirsiniz.
The podcast currently has 47 episodes available.