Share Gerçek gazetesi
Share to email
Share to Facebook
Share to X
Türkiye, bazı özel hastanelerin yenidoğan yoğun bakımlarında SGK’dan (Sosyal Güvenlik Kurumu) daha fazla para almak için bebeklerin canlarını hiçe sayan bir organize çetenin açığa çıkartılmasıyla çalkalandı. Sağlıkta özelleştirmenin halkın sağlığını nasıl gasbettiğini acı şekilde yaşamış olduk. Yorgan gitti, yani çete yakalandı ama kavga bitmiş değil. Çünkü kavganın esas muhatabı böyle bir vicdansızlığı yaptırabilecek ortamı yaratan, amacın yalnızca kâr etmek olduğu özelleşmiş sağlık ortamı.
Türkiye’de sağlık alanında özel hastanelerin varlığı uzun zaman önceye dayanıyor. Ancak esas 1980’lerden itibaren sayıları artmaya başlıyor. Serpilip gelişmeleri ise 2000’lerin başında oluyor. AKP iktidar olduktan sonra, amacı sağlık emekçilerinin örgütsüzleştirilmesi ve sağlığın özelleştirilmesi olan “Sağlıkta Dönüşüm Programı”yla beraber özel hastanelerde yapılan işlemlere SGK ödeme yapmaya başladı. Yani kamunun parası, özellere aktarılmaya başlandı.
Türkiye’de 2000’lerin başından günümüze özel hastane sayısı iki katından fazla arttı; hastane yataklarının beşte biri özelde ve çoğu nitelikli yataklar; yenidoğan yoğun bakım yataklarının yarısından fazlası özelde. Her yıl özel hastanelere aktarılan paralar da çığ gibi artıyor. Özel sağlık sektörü, devlete getirdiği mali yük ve halk sağlığına karşı tehdit olmasının yanında sağlık emekçilerinin kötü çalışma koşullarına sahip olduğu bir sektör. Doktorların bile bordrolu şekilde çalışamadığı, pek çok hak gasbına uğradığı; keza doktor olmayan sağlık emekçilerinin asgari ücret ve ona yakın ücretler aldığı, çalışma şartlarının çok ağır olduğu bir sektör. Ancak böyle gelmiş böyle gitmez diyen örnekler de yok değil.
Özelleşmiş sağlığın panzehiri sağlıkta kamulaştırmadır. Kamulaştırmayı gündeme taşımanın yolu da emekçi halkın ücretsiz ve nitelikli sağlık hakkı için mücadele etmesi kadar, özel hastanelerde sendikal örgütlenmeden geçiyor. Bu yönde son yaşanan örnek olan Özel Lokman Hekim Van Hastanesi’nde çalışan sağlık emekçilerinin mücadelesi üzerinde özellikle durmak gerekli.
Özel Lokman Hekim Van Hastanesi’nde çalışan sağlık emekçileri asgari ücret düzeyinde ücretler ve kötü çalışma koşullarına dur demek için Türk-İş’e bağlı Sağlık-İş sendikasında Ağustos ayı ortasında örgütlenmeye başlamış. Birkaç günde sendikaya üye sayısı yüzü aşmış. Bunu haber alan özel hastane patronu 7 öncü işçiyi “performans düşüklüğü” bahanesiyle işten atarak karşılık vermiş. Elbette atılan işçi kardeşlerimiz yılmamış, patrona karşı sendika aracılığıyla hukuki mücadele başlatmışlar. Aynı zamanda eylemlerinin görünür olması için hastane önüne sendika çadırı kurmak istemişler. Ancak çadır kurma girişimleri valilik tarafından engellenmiş. Bu süreçte patron üç işçiyi daha atmış. Patron, işçilere sendikal haklarından vazgeçmeleri için türlü teklifte bulunmuş ama işçiler bu teklifleri ellerinin tersiyle itmiş ve sendikaya üye olma hakkının ihlali nedeniyle açtıkları işe iade davalarından vazgeçmemiş. İşçilerin mücadelesi hâlen devam ediyor.
Devlet, bakanlık, patron bir olmuş işçiyi, emekçiyi sefalete mahkûm ediyor, anayasada açıkça yazan hakkını gasbediyor. Bugün için sermaye tarafı güçlü, emek cephesi zayıf. Biz işçiler, emekçiler olarak mutlaka Birleşik İşçi Cephesi’ne yığınak yapmalıyız. Ama bu yalnızca işçilerle olmaz. Konfederasyonlar, Türk-İş, DİSK ve Hak-İş ortak hareket edeceklerini açıklamıştı. Bunun gereği özel sağlık alanında yapılmalı. Bu alanda örgütlenme yürüten sendikalar, Sağlık-İş, Dev Sağlık-İş ve hatta Öz-Sağlık-İş sendikalaşmayı en öncelikli mesele olarak görüp eylemde birliği esas almalı. Bunlara emek meslek örgütleri de destek vermeli. Mücadele alanlarında “Sendika haktır, engellenemez!” sloganının yanında mutlaka “Sağlıkta özelleştirme ölüm demektir!” ve bunun gereği olarak “Özel hastaneler kamulaştırılsın!” sloganları da eşlik etmeli
Ekim ayının sonunda Eğitim-Sen Gebze Şubesi’nin düzenlediği, Birleşik Metal Gebze 1 No’lu Şube’nin ev sahipliği yaptığı “Kapital Neden İşçi Sınıfının El Kitabıdır?” konulu eğitim toplantısı üzerinde sosyal medyada epey duruldu. Biz o toplantının konuşmacısıydık. Ağzına kadar dolu olan bir salonda çoğunluğu kol işçisi, bir kısmı da kafa emekçisi olan kardeşlerimizin, etkinliği üç saat süre boyunca pürdikkat dinlemiş olması bize büyük sevinç verdi. Tartışma bölümünde salondan yapılan katkılar günümüzün en önemli sorunlarını gündeme getirdi. İşçilerle aralarda paylaştığımız düşünce ve duygular da cabası. MKB Rondo ve Mersen grevlerinden katılımcıların varlığı ise ayrı bir tat kattı toplantıya.
Toplantının bu kadar başarılı geçmesi, konuşmacı ile salonun arasında bu kadar güzel bir diyalog kurulması bir tesadüf müydü? Sonuçta nice okumuşun başını yaran bir kitap anlatılıyordu. Marx’ın Kapital’i! Bu kitaba böyle bir ilgi ve anlatılanları böylesine güzel kavrayış kolay kolay görülen bir şey değildir. Nasıl oldu bu? Neden?
Türkiye işçi sınıfının, sınıf mücadelelerinde bir yükselme döneminin eşiğine gelmiş olduğuna dair bir işaretti bizce o toplantıda yaşananlar. Toplantının başarısının nedeni o salonun dışında yatıyordu.
Gözümüzü o “dışarıya”, fabrikalara, grev çadırlarına, sokaklara, meydanlara çevirelim.
Son aylarda çok militanca verilen mücadelelere tanık olduk. Polonez et ve Fernas maden işçileri öne çıkıyordu ama mesela daha önce Gaziantep’te tekstil işçilerinin kararlı sesini de duymuştuk.
Gaziantep demişken, Anadolu’nun geleneksel olarak işçi eylemi yaşamayan bazı kentlerinde de (Karaman gibi muhafazakâr bir ilde bile!) eylemler yapılmaya başladı.
Grev ve direniş eylemleri eskisine göre birbirleriyle çok daha fazla dayanışma gösteriyor. İşçiler sorunun bir işyerinin değil bir sınıfın sorunu olduğunu kavrıyor. Çok yakın olmayan coğrafyalar (mesela Gebze ile Çatalca) arasında da ziyaretler artıyor.
Dayanışma sendika farkının, hatta konfederasyon farkının duvarlarını yıkmaya başladı. Türk-İş’ten Tekgıda-İş ile DİSK’ten Birleşik Metal kardeş gibi oldular.
Sadece işçiler değil sendikalar da sınır tanımıyor. En son Türk-İş Tekgıda-İş Polonez Bifet eylemi ile DİSK Nakliyat-İş McDonald’s eylemi ardı ardına yapıldı. Bu iki sendikanın dışında Türk-İş’in Petrol-İş (Tarkett) ve Selüloz-İş (MKB Rondo) sendikaları da katıldı eyleme. Bizim salonda ise KESK de vardı, başı çekiyordu.
Aşağıdan gelen basıncın etkisiyle Türk-İş, DİSK ve Hak-İş Konfederasyon yöneticileri bir araya gelerek diplomatik bir birlik gösterisi yapmaya mecbur kaldılar. Ama bu bir türlü ortak eylem kararına dönüşmüyor.
Öte yandan, DİSK çeşitli şehirlerde kendi ölçülerinde eskisine göre daha güçlü eylemler düzenliyor. Türk-İş ise daha önceki Zonguldak ve Çerkezköy mitinglerinden sonra Ankara’da son dönemin ölçülerine göre göz kamaştırıcı bir miting düzenledi.
Ama iş artık bütün bunların da ötesine taşmaya başladı. Başta Polonez işçisi olmak üzere mücadeleye giren işçiler sadece kendi işyeri sınırlarını aşarak sınıf kardeşleriyle dayanışma içine girmiyor, yüzünü işçi sınıfının günlük ekonomik mücadelesinin dışında doğrudan politik mücadelelere, hatta uluslararası mücadelelere dönüyor, tavır alıyor.
Biz genç yoldaşlarımıza 1970’li yılların dev mücadelelerinin ya da 1990-91 Zonguldak’ın veya 2009-2010 Tekel’in işçiyi nasıl değiştirdiğini, siyasi atmosferin böyle durumlarda nasıl bambaşka bir hal aldığını hep vurgulamışızdır. Galiba eşiğine geldik, öyle bir döneme gireceğiz. Burada en büyük faktör, Birleşik İşçi Cephesi politikası doğrultusunda üç konfederasyonun ve tabii kamu emekçilerinin konfederasyonlarının eylem birliği olacaktır. Günümüzde böyle bir gelişme bütün işçi sınıfına yepyeni bir güven vererek bir sıçrama yaratır.
Gebze’deki salona gelince. Onlar Marx’ın Kapital’inden artık mezun oldular sayılır. Sıra çok daha zoruna, Lenin’in Ne Yapmalı’sına geldi!
İktidarda bir “iç cephe” edebiyatı sürüp gidiyor. “Dış cephede tehlikeler var, iç cepheyi sağlam tutmak gerekir” diyorlar. Her zaman olduğu gibi dedikleri ile yaptıkları birbirini tutmuyor. Dış cephede ABD ve İsrail tehdidinden bahsedip emperyalist ve Siyonist güçlere hizmet etmekten geri durmuyorlar. İncirlik üssünden vızır vızır kalkan Amerikan uçakları Siyonist soykırım makinesine cephane taşıyor. İskenderun’dan Azerbaycan petrolü Gazze’deki yangını harlamak üzere İsrail’e akıyor. Malatya Kürecik’teki NATO radarı İsrail’in gözü kulağı kalkanı… İsrail’e ticaret kesilmedi. İsrail’e kesilen faturaların adresi değişti sadece. Dış tehdit mi dediniz? Tehdit sınırın ötesinde değil içinde. 15 Temmuz’da TBMM’yi bombalayan uçaklar sınır dışından değil İncirlik’ten geldi unutma! Amerikan başkanı Trump, Rahip Brunson olayında Türkiye’yi füzelerle değil bir tivitle ve Amerikan dolarıyla vurdu. Dış tehditten bahsedenler ekonomiyi İngiliz Mehmet’e teslim etmiş, Merkez Bankası Başkanı İMF’nin direktifleriyle hareket ediyor.
İç cephe dedikleri duvar sıvası değil de bu memlekette yaşayan insanlarsa eğer bu iktidar o cepheyi sağlamlaştırmak bir yana yıkıyor! Açlık sınırının altındaki asgari ücretle, ağır vergilerle ve zamlarla milletin emekçi çoğunluğunun belini kırıyorlar. Ülkenin bölünmez bütünlüğünden bahsediyorlar ama patronlar çoktan bağımsızlıklarını ilan etmiş, ne anayasa tanıyorlar ne hak ne de hukuk! Ülkenin Anayasası fabrikalarda, madenlerde, tersanelerde askıya alınmış durumda, sermayenin orman kanunları hüküm sürüyor. İşçiler köylüler hakkını aramaya kalktı mı polisi ve jandarmayı karşısında buluyor.
Türkün Kürdü, Kürdün de Türkü sevmesi farzmış… Biz işçiler, emekçiler, yoksullar olarak birbirimizi severiz! Yeter ki siz aramıza nifak tohumları ekmeyin. Bizim sevgimiz lafta da kalmaz. Polonez’den MKB Rondo’ya, Perfetti’den Eker’e, As Plastik’ten Mersen’e grevlerde direnişlerde Türk ve Kürt iş aş hürriyet için birlikte direniyoruz. Edirne’den Batman’a Samsun’dan Diyarbakır’a 100 bin işçi Ankara’da birleştik, “zordayız geçinemiyoruz” diyerek haykırdık. Biz işçiler, emekçiler, yoksullar olarak birbirimizi seviyoruz! Ama siz sadece parayı ve patronları seviyorsunuz!
Biz aynı gemide de değiliz, aynı cephede de değiliz. Sizin “iç cephe”yi sağlamlaştırmaktan anladığınız, milyonlarca işçinin ve emekçinin, zulme karşı sesini çıkarmadan susup sinmesidir. Emperyalistlere ve Siyonistlere yaptığınız hizmetlere gözlerini ve kulaklarını kapatması tepki göstermemesidir. Türk ve Kürt birlikteliğinden anladığınız Türk ve Kürt yoksullarının kârlarınız için fabrikalarda alın terini, savaşlarda kanını dökmesidir. Biliyoruz ki Türk ve Kürt yoksulları köleniz de fedainiz de olmayı reddettiğinde sevmek farzdır diyen aynı ağızlar, katli vaciptir fetvaları verecek. Kardeşlik edebiyatınıza da yalancı sevgi sözlerinize de kanmayacağız, vatan millet edebiyatıyla bizi birbirimize düşürmenize de izin vermeyeceğiz.
İşçi sınıfının, emekçilerin yoksulların cephesi emperyalizme, Siyonizme, yerli/yabancı parababalarına ve sermayeye karşıdır. Bizim içeride cepheyi sağlamlaştırmaktan anladığımız Birleşik İşçi Cephesi’dir. Evet o cepheyi sağlamlaştırmamız lazım. Çünkü hâlâ dağınığız. Ankara’da Türk-İş’le 100 binler olup alanı doldurduk. Ama DİSK’le Hak-İş’le KESK’le, meslek odalarıyla, demokratik kitle örgütleriyle ayrı gayrı demeden yeniden 1990’lı yılların “Emek Platformu”nu inşa edersek milyonlar olabiliriz. Milyonları açlık sınırına mahkûm edip sermayeye ucuz işgücü olarak sunmak isteyenlere karşı fabrikalarda madenlerde direnişler grevler artıyor. İşçiler örgütlenerek kendi kaderlerini ellerine alıyor. Ayrı gayrı demeden Birleşik İşçi Cephesi’ni inşa etmeli, hiçbir mücadeleyi yalnız bırakmamalıyız. Her grevi her direnişi işgalciye karşı vatan toprağını savunur gibi savunmalıyız! Direniş ve grev dereleri birleşmeli, genel grev genel direnişle sömürünün bentlerini yıkan bir sele dönüşmeli! İş, aş, hürriyet için ileri!
Devrimci Ernesto “Che” Guevara’nın Küba Merkez Bankası başkanlığına getirilmesiyle ilgili eğlenceli bir hikâye anlatılır. Fidel Castro bir bakanlar kurulu toplantısında Merkez Bankasının başına geçmesi için iyi bir “ekonomist” (economista) gerektiğini söyler. Che elini kaldırır. Che tıp tahsili görmüştür. Fidel “sen nereden ekonomist oluyormuşsun” diye gülerek sorar. Che’nin cevabı: “Ben iyi bir komünist (comunista) dedin sandım!” Fidel Castro Küba’da devrim yapıp iktidara geldiğinde kapitalist düzenden devraldığı Merkez Bankasının başına bir “ekonomist” istemekte belki haklı görünüyordu. Ama Che Guevara bu göreve bir “komünist” olarak talip olmakta çok daha haklıydı. Çünkü Merkez Bankası ya emperyalizmin askerle yıkamadığı sosyalizm kalesini dolarla içeriden fethedeceği bir “Truva atı” olacaktı ya da Merkez Bankası üzerinde işçi sınıfı diktatörlüğü kurulacak ve emperyalizmin kalenin içine sızmasına engel olunacaktı. Küba ekonomisinin doktoru da tabii ki komünist olacaktı.
Mesela 126 ekonomist akademisyen; ekonomi politikasını yönetenleri asgari ücret artışlarında gerçekleşen enflasyon oranını dikkate almaya, gelir dağılımını da gözeten bütüncül bir ekonomi politikası izlemeye davet eden bir bildiri yayınladı. Okuyunca gözlerime inanamadım. Bildiri kaş yapayım derken göz çıkartmış. Asgari ücrete hedeflenen enflasyon oranında artıştan bahsederek milyonlarca asgari ücretlinin cebine elini uzatan hırsızın elini kırmak gerek. Tamam da bunun karşılığı “gerçekleşen enflasyon oranını dikkate almak” mıdır? Kaldı ki hangi enflasyondan bahsediyoruz? TÜİK mi? ENAG mı? İTO mu? TÜİK iki yıldır mahkeme kararlarına rağmen madde sepeti verileri açıklamıyorken, TÜİK’in manipüle edilmiş yani aslında “gerçekleşmemiş” enflasyon oranları gözetilerek zam yapılırsa bu alenen hırsızlığın devam etmesi demek olur. Hırsıza kapı göstermenin alemi var mı? Denebilir ki TÜİK meselesi çözülene kadar somut bir iyileşme talep edilemeyecek mi? Biz de soruyoruz: Bir-iki cümle ile “gerçekleşen enflasyon”un bugün Türkiye’de doğru dürüst ölçülmediği söylenemez miydi?
Ekonominin hakim tepelerini tutan özel bankaların kamulaştırılmasını geçtik, bankacılık sistemi ile ilgili kamu bankalarının siyasi sebeple zarar ettirilmesinin eleştirisi dışında hiçbir şey yok. Kaldı ki bu eleştiri TÜSİAD’ın da eleştirisidir. TİP’in uzmanları özelleştirilmiş olan her şeyi yeniden kamulaştırmaktan bahsediyor. Ama yeni hiçbir şeyi kamulaştırmayı önermiyor. TİP’in hiçleri burada bitmiyor. Pakette emperyalizm kelimesi hiç geçmiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin emekçi halkın üzerindeki emperyalist boyunduruğun ana unsurları olan yabancı sermayeye, döviz piyasasına, dış ticarete ilişkin hiçbir şey söylenmiyor. Ne gümrük birliğinden çıkmak ne dış borcun reddi bunlardan da hiç bahsedilmiyor. Kapitalizm demek emek gücünün meta olması ve emek gücü piyasası demek. Emek gücü piyasası işsizlik demek. İşsizlik söz konusu olduğunda sosyalistler söze “işten atmak yasaklansın” diye başlar ve iş güvencesini savunur. TİP’in uzmanları iş güvencesinden hiç bahsetmiyor yerine istihdam yaratacağız diyor işsizlik sigortasından yararlanmayı kolaylaştıracağız diyor.
Bunlar gerçekçilik değildir, gerçeklikten kopmaktır. Halkı yoksulluğa ve sefalete iten mekanizmalara dokunmadan kısa vadeli bile olsa gerçekçi çözümler üretemezsiniz. Bu bilim değildir! Bu ekonomi bilimi kisvesi adı altındaki burjuva ideolojisine iman etmektir! Karl Marx’ın bilimsel sosyalizmini bırakıp kapitalizmi ezeli ve ebedi doğal düzen olarak gören Adam Smith’e bağlanmaktır. Kapitalizm büyük depresyon içinde ölüm döşeğinde kıvranıyorken kapitalizmin ebediliğine iman etmekten daha büyük yobazlık olamaz. O yüzden bugün ekonomist, bir doktora değil üfürükçüye benzemektedir. Bugün işçi ve emekçi sınıflar derdine derman arıyor. Kapitalizmin krizi ekonomistleri değil komünistleri çağırıyor. Biz elimizi kaldırıyoruz ve buradayız diyoruz!
Ekim ayı, 2010’dan bu yana en fazla kadın cinayetinin işlendiği ay oldu. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun açıkladığı verilere göre, Ekim ayında en az 48 kadın cinayeti ve 28 şüpheli kadın ölümü gerçekleşti. Bu artış tesadüf değil. İstibdadın erkek egemenliğini körükleyen kadın düşmanı politikalarının, şiddeti engellemeye yönelik yasaların uygulanmamasının, kadınları koruması gereken devletin mahkemelerde faillerin sırtını sıvazlamasının ürünü.
Bu cinayetlerin hiçbirisi münferit olaylar da değil. Tıpkı Diyarbakır’da 8 yaşındaki Narin’in öldürülmesinin münferit olmaması gibi. Narin’in cansız bedeni kaybolduktan 19 gün sonra, evinin yakınlarında, üstelik daha önce 3 kez arama yapılan bölgede bulunmuştu. AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, Narin’in ölümünün ardından “Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söyleyemediğimiz şeyler var; çünkü aile, bizim dostlarımızdır” demişti. Bu, bir kadının, bir çocuğun canını koruyamamak değil, korumamaktır. İktidarın Narin’in hesabını sormak yerine, belki de kendi pislikleri de ortaya saçılacak diye failleri korumanın peşine düştüğünün itirafıdır.
Daha Narin’in acısı tazeyken, bu kez İstanbul’dan 6 yaşındaki Şirin’in boğularak öldürüldüğü haberi geldi. Şirin’in dilendirildiği iddia edildi, kaybolduktan 2 gün sonra cansız bedeni Feriköy mezarlığında, üzeri otlarla örtülmüş şekilde bulundu. Katil, soğukkanlı bir şekilde “Çocuk peşime takıldı, yanımda yürüdü. Mezarlığın orada çocuktan 200 lira istedim. Moralim bozuk olduğu için sinirlendim. Çocuğu mezarlığa soktum. Mezarlık içinde kızın üzerinde bulunan eşarpla iki mezar arasında boğdum.” diyerek suçunu itiraf etti. Şirin’i öldüren katil kadar, Narin’in faillerini cezasız bırakanlar, okula gitmesi gereken bir çocuğun sokaklarda dilendirilmesine göz yuman, 6 yaşında mezarlıkta boğulmasına sebep olan ve mezara sokan bu düzen de suçludur. Asıl suçlu bu yüzden erkek egemen kapitalist sistem ve istibdadın ta kendisidir.
Hiçbir ceza da gideni geri getirmiyor. O yüzden onlar korumuyorsa biz kendimizi, birbirimizi korumanın da araçlarını geliştirmek zorundayız.
Özsavunma örgütlenmeleri, şiddete karşı kendini korumanın bir hak olduğu düşüncesinin yaygınlaşması demektir; ki şiddet uygulayanın, karşısındakini kendini savunmaya hazır biri olarak gördüğü zaman geri çekildiği biliniyor. Özsavunma bilinciyle kendisini korumaya hazır olduğunu hissettirmenin kendisi bile şiddeti başlamadan durdurabilecek bir etken. Ve özsavunma tek başına kendini savunmanın ötesine geçip örgütlü bir hâl alarak özsavunma örgütlenmelerine dönüştüğünde, işte o zaman gerçekten caydırıcı bir güç ortaya çıkar. Nasıl ki örgütlü ya da örgütsüz fabrikada işçilerin üzerindeki patron baskısı bir değilse, örgütsüz fabrikada patron her şeyi kendine hak görürken örgütlü fabrikada ayağını denk almak zorunda kalıyorsa özsavunma örgütlenmelerinin var olduğu koşullarda da erkek şiddeti bugünkü cesareti gösteremeyecektir. İşte bu nedenle Devrimci İşçi Partisi olarak şiddete karşı özsavunma örgütlenmeleri şiarını öne sürdük. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü yaklaşırken, bu çağrıyı bir kez daha tekrarlıyoruz.
Ortada tek tek failler olsa da asıl azmettirici, bu erkek egemen kapitalist düzense, ona karşı verilen her mücadele, ona karşı kazanılacak her mevzi, kadına yönelik şiddete ve kadın cinayetlerine karşı mücadeleye de bugün doğrudan bağlantılı gibi görünmese de katkı sağlayacaktır. İşte bu nedenle de şiddete karşı mücadelenin de, özsavunma örgütlenmelerinin de öncüsü, başta bugün işine, aşına, hürriyetin sahip çıkarak mücadele edenler olmak üzere emekçi kadınlar olmalıdır. Haydi emekçi kadınlar! Bugünden başlayarak, hemen şimdi fabrikalarımızda, işyerlerimizde, sendikalarımızda, mahallelerimizde, nerede ne kadar güç varsa o güçle özsavunma örgütlenmelerinin kurulması için mücadele edelim.
İşçi sınıfı uluslararası bir sınıftır. Nasıl ülkemizde mücadelenin her milletten memleketten insanı kapsaması gerektiğini söylüyorsak, Türkiye dışında başka ülkelerde işçilerin verdiği mücadeleleri de kendi mücadelelerimiz gibi görüp kazandıklarında sınıfımızın kazandığını, kaybettiklerinde bunun bizim de zararımıza olduğunu bilmemiz gerekir.
Hal böyle olunca, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist dünyayı kasıp kavuran büyük ekonomik buhranın orta yerinde yoksul bir ülkede cumhurbaşkanı seçimini bir Marksist adayın kazandığı haberine bütün sınıf bilinçli işçilerin kulak kabartması gerektiği açık. Marksist demek proletaryanın, yani işçi ve ücretli emekçi bütün kitlelerin iktidarı için mücadele eden demek. O zaman demek ki, bu yoksul ülkede işçi sınıfı iktidarı için mücadele eden bir hareketin, bir cephenin adayı seçim kazanmış demek. O ülkeden öğrenecek ne çok şeyimiz olabilir. Bu ülkenin adı Sri Lanka. Hindistan’ın güneyinde, Japonya gibi, İngiltere gibi bir ada ülkesi. Haydi bakalım Sri Lanka’dan bize Türkiye işçi sınıfına ne ders var?
Sri Lanka’ya bakın, devrimlerin, ayaklanmaların, halkın isyanının kudretine güvenin! Eksik olan halkta değil. Eksik varsa, kusur varsa, işçi sınıfı partisini inşa etmeyenlerde.
Biz ediyoruz. Devrimci İşçi Partisi halk ayağa kalktığında gür bir sesle “buradayız” diye haykıracak!
Yeni bir Syriza vak’ası
İşçi sınıfı ve emekçiler ellerinden geleni yaptılar. Karşılarında bulunan partiler arasında düzenle barışık olmadığını söyleyen, kapitalist sınıfın ayrıcalıklarını sorgulayan, İMF programının sert koşullarıyla mücadele edeceğini iddia eden, emekçi halkın yaralarını sarmayı vadeden bir sosyalist partiyi ve onun kurduğu cepheyi desteklediler. Onu yüzde 3’ten yüzde 42’ye, hatta yüzde 58’e taşıdılar. Şimdi başka bir düzene doğru yürüyüş başlayacağı umudu içindeler. İşçi sınıfı ve emekçiler ellerinden geleni yaptılar ama bu daha işin başlangıcı. Ve çok küçük bir başlangıç.
Sri Lanka Marksist hareketinin tarihinde JVP’nin yeri
Sri Lanka solunun tarihinin ilk büyük evresi, ülkenin henüz “Seylan” adını taşıyan bir İngiliz sömürgesi olduğu 1930’lu yıllardan bağımsızlığın elde edildiği 1948 sonrasında da devam ederek 1960’lı yılların ortasına kadar süren bir dönemdir. Bu dönemde ülkede dünyanın o sıralarda en güçlü devrimci Marksist partilerinden biri solda başı çekiyordu. Lanka Sama Samaja Party (LSSP - Sri Lanka Sosyalist Partisi) IV. Enternasyonal üyesi, Trotskist programa sahip bir parti idi. Bu partinin içinden çıkan Sri Lanka Komünist Partisi ise Sovyetler Birliği’nin uluslararası yönelişine tâbi bir parti idi. 1960’lı yıllarda Komünist Partisi’nin içinden Maocu eğilimde bir başka parti yavaş yavaş ortaya çıkmaktaydı. Bu evreye damgasını vuran Trotskist LSSP, 1960’lı yıllarda bazı bakımlardan kısmen solda bir program önermekte olan bir burjuva partisi ile sınıf işbirliğine yönelince bu evrenin sonuna gelindiği ortaya çıktı. Bu öyküyü 2022 devrimi üzerine yazdığımız yazılardan birinde etraflı olarak anlattık. Okurumuzun bu aşamada durup o yazıya dönmesini ve bu yazının gerisini o bilginin ışığında okumaya devam etmesini tavsiye ederiz.
Aragalaya’da sol
Üstelik seçim sadece seçim kampanyasında kazanılmamış gibi görünüyor. NNP ittifakının (Ulusal Halk İktidarı) en önde gelen iki sol partisi olan JVP ve Frontline Socialist Party (Cephe Hattı Sosyalist Partisi), elimizdeki (sosyalizme tamamen mesafeli duran) bir kaynağın aktardığına göre başından sonuna kadar “100 günlük” aragayala’nın (“mücadele”nin) içinde yer alıyorlar. Bu partilerin yanı sıra solcu öğrenci hareketinin birleşik örgütü olan ve Anthare adını taşıyan Üniversite Öğrencileri Federasyonu da çeşitli yürüyüş ve gösterilerde önemli bir rol oynuyor.
Ne yapmalı?
Yaşasın onurlu mücadelemiz!
Merhaba ben Trakya Et ve Süt Ürünleri’nde yani Polonez’de çalışmaktaydım. Ta ki insanca bir yaşam için çoluk çocuğumuzun geleceği için sendikalaşma yoluna çıkana kadar. Bu süreçte bazı arkadaşlar yanıma gelip “Biz sendika getirmek istiyoruz, sen de var mısın?” dediler. Sadece “Paketleme bölümü var mı?” diye sordum. “Var” deyince “ben de varım” dedim. Peki sonra ne oldu? Biz hepimiz sendikaya üye olduk. Bana gelip “üye olun” diyenler “Bu işe var mısın?” diyenlerden bazıları şu anda içeride çalışıyor. Bu bizi sattılar demek. Tabii ki içimizde çürük elmalar olacaktı ama hiç beklemediğim arkadaşlar tarafından satılınca kendimi kötü hissettim. Bu olaylar beni yıldırmadı, daha çok direnç gösterdim. İlk iki kişiyle başladı işten çıkarmalar. Sonra 11 kişi daha çıkarıldı. Ben bu ilk çıkarılan 13 kişiden biriyim. Fabrika müdürümüz içerideki arkadaşlara “bana bir hafta müddet verin düzelteceğim” dedi. Sonra ne oldu? Müdürün yaptığı konuşmadan 15 dakika sonra bir kişi daha işten çıkarıldı, sabah saat 7’de bir kişi daha… Bu çalışanlar sana nasıl güvensin müdür bey? Şaka gibi! Biz 13 arkadaş sabah tekrar işe gelip içeri girmeyi denedik. Nedeni üç gün üst üste gitmezsek iş hakkımızı tazminatsız feshedeceklerdi. Personel müdürü bizi kapıda karşıladı. Normalde işe saat 9’da gelen müdürler saat 5’te fabrikaya gelmişti ve içeri alınmadık. Daha sonra tazminatlarımızı sorduğumuzda “hakkınız var ama biz vermiyoruz” dediler. Mahkeme yoluyla alabileceğimizi söylediler. Yani hakkımız olduğu kabul edildi ama şirket olarak biz vermiyoruz, gidin uğraşın dendi bize. Biz de bu işçi kıyımına son vermek için, haklarımızı almak için sendikayı fabrikanın önüne davet ettik.
“O ilk günü hiç unutamam, arkadaşları o şekilde görünce biz 13 kişi gözyaşlarına boğulduk.”
Bu süreç bu şekilde başladı. Biz dışarıda direnişe başladık, ses arabasıyla birlikte sendika geldi. Yönetime seslendi, her saat başı yanlış yaptıklarını, işçi kıyımına son vermelerini defalarca söyledi. İçerideki arkadaşlar “Bizim moralimiz bozuk, keskin bıçaklarla, aletlerle çalışıyoruz” diyerekten çalışmama haklarını kullandılar. “Çıkarılan arkadaşlarımız işe geri alınsın, sendikal haklarımız yerine getirilsin” diye dışarı çıktılar. Biz kapının önünde, onlar fabrika bahçesinde. O ilk günü hiç unutamam, arkadaşları o şekilde görünce biz 13 kişi gözyaşlarına boğulduk. Doğru yolda olduğumuzu anladık. Sendika örgütlenme uzmanımız her gün mikrofonla yönetime sesleniyor; gelin müzakerede bulunalım, atılan işçiyi geri alın, sendikal haklarını tanıyın, bu sendikal mücadeleyi daha üst seviyelere taşımayalım diye… Ama hiçbir şekilde geri dönüş sağlanmadı.
“İstanbul’daki tüm polis çevik kuvvet burada. Bizi buradan söküp atacaklardı. Direndik, bizi alamadılar. Biber gazı ve kalkanlarla bizi sürmeye çalıştılar ama başaramadılar.”
“6 ay içinde işveren, işçi alacaksa kendi çıkardığı elemanı almak zorunda. Bu kanun ve yasa! Ama fabrika yönetimi hiçbir kanunu ve yasayı takmıyor.”
“Üçüncü gün sabah saat 05:00’te bize şafak operasyonu gibi bir operasyon düzenlendi. İki gün suç olmayan olay 3. gün suç oldu. Peki fabrika yönetiminin suçları onlar ne olacak dediğimizde gidin şikâyet edin dediler.”
“Değil 74, 740 gün dahi olsa ölürüm de bu davadan dönmem!”
Yazın çiftçilerin traktör motorlarının gürültüsünün kapladığı yollarda işçilerin ayak sesleri duyuluyor şimdi! Fernas maden işçileri çalışırken ölmek istemiyoruz diyerek Soma’dan Ankara’ya yüzlerce kilometreyi yürüyerek ovaları geçiyor tepeleri aşıyor. Sendikalı oldukları için işten atılan Eker işçileri işe geri dönmek ve sendika hakkını savunmak için Kemalpaşa’dan Bursa’ya yolları arşınlıyor. İktidarın kemer sıkma politikası yüzünden eğitim-öğretim yılına pislik içindeki okullarda giren eğitim emekçileri, öğrenciler, veliler eğitimden tasarruf olmaz diyerek yürüyor. Aylardır verdikleri mücadeleyle direnişin simgesi haline gelen Polonez işçileri direnişlerini büyütüyor, Anayasal hakları için yollara düşüyor. Elba Bant, As Plastik, MKB Rondo, Tarkett Zemin, Mersen işçileri grev çadırlarından iş, aş, hürriyet yürüyüşüne katılıyor ve güç katıyor. Onlar öncüler. Yolu açıyorlar.
Yürüyen işçiler haykırıyor: “Ankara Ankara duy sesimizi!” “Bu gelen işçinin ayak sesleri!”. Ankara işçilerin ayak seslerini duymuyor mu? Ankara’nın gözü Amerikan dolarında, kulağı İngiliz Mehmet’te… İngiliz Mehmet Ankara’da emperyalist sermayenin ısmarladığı işçi düşmanı Orta Vadeli Program’ın kerametlerini anlatıyor. Ankara yollarında “madende can güvenliğimiz yok” diyerek yürüyen Fernas işçilerinin patronu AKP milletvekili Ferhat Nasıroğlu, İngiliz Mehmet’in yanında oturmuş “Sayın Şimşek’in Orta Vadeli Programı, ekonomiye ve piyasalara güven veriyor” diye konuşuyor. Necip Fazılcıların iktidarında işçiler “öz vatanında parya” muamelesi görürken 1.500 kilometre ötedeki Ürdünlü Siniora Food (Polonez) patronu, 2.000 kilometre ötedeki Avusturyalı Rondo patronu, 3.000 kilometre ötedeki Fransız Andros (Eker) ve Mersen patronu Ankara’nın tepelerine bir telefon kadar yakın.
İşte Ankara’nın ülkeyi yönetirken kurduğu düzen bu! Sermayenin önünü açan, işçinin emekçinin, ezilenin ensesinde boza pişiren, Anayasa’nın dahi halı niyetine sermayenin ayaklarının altına serildiği, Anayasal haklarını savunan işçinin, polisin jandarmanın postallarıyla tekmelendiği bir istibdad rejimi bu…
Elbette ki bu düzenin sahipleri, işçinin ayak sesini duymazlıktan gelecek. Ama işçi, emekçi, köylü bu sesi duymalı. Öncü olan ve yolu açan işçilerin ardında bu hak yürüyüşüne katılmalı. Elbette ki bu düzenin sahipleri, işçinin emekçinin karşısına barikatlar kuracak. Yürüyenler artmalı ayaklar yere daha sert vurmalı. Barikatlar aşılmalı. Elbette ki bu düzenin sahibi bir avuç azınlık, biz emekçi çoğunluğu ırkçılıkla, mezhepçilikle, her türlü ayrımcılıkla bin parçaya bölmeye çalışacak. Patronların kartellerine ve paranın kalleşliğine karşı işçilerin birliği ve halkların kardeşliği ile çıkmalı! Ayrı gayrı bitmeli. Ayşe ile Zeynep, Baran ile Alperen el ele vermeli, omuz omuza yürümeli!
Elbette bu düzenin sahipleri, aramızdan kendine işbirlikçiler bulacak. İçimizden çıkanları bize karşı kullanmaya çalışacak. Her şeye rağmen işçi-emekçi, sendikasına üye olmalı, sahip çıkmalı, denetlemeli! Gerektiğinde sendika başkanını da önüne katıp yürümeli! Türk-İş’i, DİSK’i, Hak-İş’i, Kamu-Sen’i, KESK’i, Kamu-İş’i, memleketin mühendis, mimar, tabip odaları, baroları ayrı ayrı değil birlikte meydanlara inmeli! Birleşik İşçi Cephesi ile genel greve, genel direnişe gitmeli!
Böylece iş, aş, hürriyet haykırışını, duymayan kulaklara duyurabilir, görmeyen gözlere gösterebiliriz! Böylece işçi düşmanı Orta Vadeli Program’ı çöpe atabilir, İngiliz Mehmet’i “Go Home” diyerek Londra’ya evine gönderebiliriz. Böylece krizin faturasını, krizi yaratan patronlar sınıfına ödetebiliriz. Böylece memleketin boynundaki emperyalist zincirleri kırabiliriz. Böylece işimize, aşımıza sahip çıkabilir, hürriyete kavuşabiliriz. Grevci, direnişçi işçilerin haykırdığı gibi ancak böyle bir mücadele ile çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakabiliriz!
Ayrı gayrı bitsin! Birleşin!
Gaz almak için değil hak almak için eylem istiyoruz!
Sınıf mücadeleci sendikacılar, işyeri temsilcileri, öncü işçiler göreve!
Birleşik İşçi Cephesi için ileri!
İşçi konfederasyonları Türk-İş, DİSK ve Hak-İş Temmuz ayında asgari ücret zammı, vergide adalet, enflasyonla mücadele, emekliler, sendikal örgütlenme ve iş kazaları gibi işçi sınıfını ve emekçi halkı doğrudan etkileyen konularda ortak bir bildiri yayınlamıştı. Daha sonra konfederasyonlar çeşitli miting, basın açıklaması ve eylemlerle meydanlara indi. Türk-İş ilk olarak Tekirdağ Çerkezköy’de ve Zonguldak’ta iki kitlesel miting düzenledi. Daha sonra fabrika ve işyerlerinde oturma eylemleri ve basın açıklamaları gerçekleştirdi. DİSK Gebze ve Saraçhane’de işçi buluşmaları Mersin, İzmir ve Ankara’da miting organize etti. Bu süreci en sakin geçiren, Kayseri’de miting yapan Hak-İş oldu.
Konfederasyonlar alanlara inmeye başlarken fabrikalarda da direnişler ve grevler sürdü. Türk-İş’e bağlı Tekgıda-İş sendikasının İstanbul/Çatalca’da Polonez işçileri her türlü baskıya karşı kararlı bir direnişle iş, aş, hürriyet kavgasını Türkiye’nin gündemine taşıdı. Yine aynı sendikaya bağlı Esenyurt’ta Perfetti direnişi sürmekteydi ve bu iki direnişe Bursa/Kemalpaşa’da Eker Süt direnişi eklendi. Selüloz-İş sendikası İstanbul/Tuzla’da MKB Rondo’da greve çıktı. Petrol-İş sendikası art arda Kocaeli/Gebze’de Tarkett ve İstanbul/Hadımköy’de As Plastik, Tekirdağ/Çerkezköy’de Elba Bant grevlerine çıktı. DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş sendikasının Gebze’deki Mersen grevi sürerken Hatay/İskenderun’daki Befesa grevi kazanımla sonuçlandı. Hak-İş’e bağlı Lezita’da ise grev ve mücadele tüm zorluklara rağmen devam ediyor. Konfederasyon üyesi olmayan DGD-SEN’in İstanbul/Esenyurt’daki CarrefourSA deposundaki fiili grevi kazanım elde ederken iş güvenliği ve sendikal haklar için direnen Bağımsız Maden-İş üyesi Fernas maden işçileri de mücadelelerini bir Ankara yürüyüşüyle Türkiye’nin gündemine taşıdılar.
Sorunlar ortak! Düşman ortak! Mücadele de ortak olmalı!
Konfederasyonların miting, eylem ve basın açıklamalarında işlenen konular ortak. Hayat pahalılığı, vergide adaletsizlik, iş güvenliği, emeklilik hakları, sendikal örgütlenme üzerindeki baskılar… Direnişlerin ve grevlerin hepsi de bu sorunları biraz olsun hafifletmek için işçi sınıfının örgütlü gücüyle verdiği mücadeleler. Tüm konfederasyonları harekete geçmek zorunda bırakan, fabrikalarda birbiri ardına grevlerin ve direnişlerin patlak vermesine yol açan sebep ve failler belli. İktidarın İngiliz Mehmet eliyle, Orta Vadeli Program adı altında yürüttüğü işçi düşmanı kemer sıkma ve hak gaspı politikaları ve bu politikalardan güç alarak işçi sınıfına sefaleti dayatan patronlar… Sermayenin iktidarı, istibdad rejiminin tüm aygıtlarını kullanarak, patronlarla tam bir birlik içinde işçi sınıfına saldırıyor. Bu saldırıya karşı işçi mücadelelerinin de birleşmesi ve büyütülmesi gerektiği açık. Tüm işçilerin özlemi ve isteği de bu yönde. Dahası çeşitli eylemlerle tepkilerini ortaya koyan köylüler ve kamuda tasarruf adı altında üzerlerindeki baskı günden güne artan kamu emekçileri başta olmak üzere ekonomik krizin faturasını şu ya da bu ölçüde üstlenen tüm emekçi halk kesimleri de bu birliğin gerçekleşmesini istiyor.
Çözüm Birleşik İşçi Cephesi’nde! İrade direnen işçilerde!
Sınıf mücadeleci sendikacılar, işyeri temsilcileri, öncü işçiler göreve!
“Direnin dostlar, haklılara korku yok!”, “Direnin dostlar, işçilere korku yok!”, “Korku ölüme, cesaret zafere götürür!” Bunlar, Polonez direnişinde 20 Ağustos’ta düzenlenen slogan yarışması için bulunan sloganlardan bazıları. O gün çadırda yarışma kısmı rafa kalkmış, direnişin bağrından çıkan sloganlar hep birlikte coşku ve neşe içinde atılmıştı. Bu sloganların çadırda atıldığı ilk günden sonra da tıpkı o güne kadar olduğu gibi Polonez işçileri, bu sloganların hakkını fazlasıyla verdiler, iki ayı aşkın süredir korku nedir bilmeden mücadele ediyor, cesaretlerini de dosta düşmana gösteriyorlar. Hele bu mücadelenin en önünde dövüşen emekçi kadınlar!
Daha direnişin ilk haftasında, Cumartesi günü kapının önünde ilk biber gazını yediğimiz gün, yani Polonez işçilerinin, patrona kalkan olduğu için polisle ilk kez karşı karşıya geldikleri gün, sözde değil gerçekten de en önde, polisin karşısında işçilerin en önünde duran bir kadın arkadaşımız dönüp “Kadın olduğumuz için bize dokunmazlar, dokunamazlar değil mi?” diye sormuştu. Sonra? Sonrası malum. O gün gaz yedik, ilerleyen günlerde dokunmak ne kelime, emniyet müdürü çevik kuvvete “saldırın” talimatı bile verdi. Çevik kuvvet ve özel tim polisleri işçilerin boğazını sıktı, yerlerde sürükledi, ters kelepçe ile gözaltına aldı. İşçilerin kiminin kolu bacağı kırıldı, kiminin belinde çatlak oluştu, kiminin omurgası yaralandı, kimi saldırılar sırasında baygınlık geçirdi, fenalaştı. Kadın işçilere müdahale için kadın polisler getirildi, onların gücü yetmeyince erkek polisler de kadın işçilere müdahale etti. Sonra mı? Sonrası gurur! İlk Cumartesi günü o soruyu soran kadın arkadaşın kelimeleriyle söyleyecek olursak, “Yıkılmadık, daha da güçlüyüz!”
Polis saldırıları sadece sert değildi aynı zamanda fabrikanın iki kapısının önünde verilen mücadelelerde polis bilinçli bir şekilde başörtülü işçi kadınların başörtüsünü açacak şekilde müdahaleler yaptı. Buyurun “benim başörtülü bacım…” sözleriyle emekçi halkı bölmeye çalışan iktidarın ikiyüzlülüğüne karşı Polonez işçisi ablamızın sözleri: “Başörtülü ablaları ayak altına verdiler. Biz anneyiz, biz bacıyız, biz kardeşiz. Bir anne, bacı, kardeş böyle yerlerde sürüklenmez.” Ve bu bilinçli saldırılara rağmen bizim başörtülü başörtüsüz bacılarımız sinmek bir yana daha da güçlü çıktı sermayenin, onlara kalkan olanların karşısına. Polonez çadırında anıldığı adıyla bir şafak operasyonu ile emniyet, yüzlerce polisi işçilerin üzerine saldığı sırada, kol kola girdiği, birbirine kenetlendiği kadın erkek tüm işçi arkadaşlarına cesaret vermek için bir işçi ablamız Yunus peygamberin okyanusun ortasında bir balığın karnındayken oradan çıkmak için okuduğu duayı yüksek sesle okuyor, alacakaranlığı onun sesi yırtıyor, sanki savaş meydanında edilen yeminler gibi herkesin mücadele azmini, inancını tazeliyordu. Diğer kapıda aynı dakikalarda başka bir işçi kadın, zincirlendiği arkadaşından koparıp kendisini gözaltına almaya çalışan polise “Ben Türk kadınıyım, gücünüz bana kolay kolay yetmez” diye bağırıyordu. Bir başka anda, işçiler fabrikanın önündeyken, burası yol kapatamazsanız müdahale ederim diyen polise karşı kadın işçiler, “15 Temmuz’da sokağa dökülün demeyi biliyordunuz” diye haykırıyordu. Böyle sayısız örnek var Polonez işçisi kadınların bugüne kadar yarattığı.
Polonez direnişine kadınların damgasını vurmasının sebebi direnen işçilerin çoğunluğunun kadın olması değil. Polonez bir kadın direnişi değil. Polonez bir iş, aş, hürriyet, onur, haysiyet mücadelesi. Ve bu mücadeleye emekçi kadınlar, her barikatta, her kavgada en önde saf tutarak, en kritik anlarda görev almak için öne çıkarak, direnişin moral gücü anlamında da öncülüğünü yaparak damga vuruyor! Selam olsun Polonez’de en öne çıkan emekçi kadınlara! Ve elbette selam olsun, onların öncülüğünde, onlarla omuz omuza mücadele etmekten gurur duyuyoruz diyen Polonez işçisi erkek yoldaşlarımıza, kardeşlerimize!
The podcast currently has 295 episodes available.