Ey ikinci bozuk Avrupa! Seni bu hatâya atıp bu vartaya düşüren, senin bir gözlü dehândır. Yani senin hârika, menhûs zekândır. O kör dehân ile, her şeyin Hâlikı olan Rabbini unuttun, mevhûm bir tabiata istinâd ettin, Hâlikın âsârını esbâba verdin, o Hâlikın malını, bâtıl ma‘bûd olan tâğūtlara taksîm ettin. Şu noktada ve o dehân nazarında herbir zîhayatın, herbir insanın, tek başıyla hadsiz a‘dâya karşı mukāvemet etmesi ve nihâyetsiz hâcâtın tahsîline çabalaması lâzım gelir.
Zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyâr, zâil lem‘a gibi bir şuûr, çabuk söner şu‘le gibi bir hayat, çabuk geçer
Sayfa 122
dakika gibi bir ömür ile, o hadsiz a‘dâ ve hâcâta karşı dayanmaya mecbûr olur. Halbuki o bîçâre zîhayatın sermayesi, binler matlûblarından birisine kâfî gelmez. Musibete giriftâr olduğu zaman; sağır, kör esbâbdan başkasından meded beklemez, وَمَا دُعَٓاءُ الْكَافِر۪ينَ اِلَّا ف۪ي ضَلَالٍ sırrına mazhar olur.
İşte senin karanlıklı dehân, nev‘-i beşerin gündüzünü geceye kalbetmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için; o geceyi yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvîr ettin. O lâmbalar, sürûr ile beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hâllerindeki eblehâne gülmelerine, o ışıklar müstehziyâne gülüp eğleniyorlar.
Hem senin şâkirdlerin nazarında herbir zîhayat, zâlimlerin hücumuna ma‘rûz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir mâtemhâne-i umûmîdir. Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vâveylâlardır.
Hem senden tam ders alan şâkirdin, tam bir firavun olur. Fakat en hasîs bir şeye ibâdet eden ve menfaat gördüğü her şeyi kendine rab telakkî eden bir firavun-u zelîldir. Hem senin şâkirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihâyet zilleti kabûl eden miskin bir mütemerriddir. Hasîs bir menfaati için, şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. Hem cebbârdır, fakat kalbinde bir nokta-i istinâd bulamadığı için, zâtında gāyet âciz bir cebbâr-ı hodfurûştur.
Hem o şâkirdin gāye-i himmeti, hevesât-ı nefsâniyeyi tatmîn ve hamiyet ve fedâkârlık perdesi altında, kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskîn etmeye çalışan ve nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmeyen, her şeyi nefsine fedâ eden bir şeytân-ı dessâstır.
Ama Kur’ân’ın hâlis ve tam şâkirdi ise, bir abddir. Fakat a‘zam-ı mahlûkāta karşı ubûdiyete tenezzül etmeyen bir abddir. Hem cennet gibi en büyük ve a‘zam bir menfaati, gāye-i ubûdiyet yapmayan bir abd-i azîzdir. Hem halîm selîmdir. Fakat, Fâtır-ı Zülcelâl’inden başkasına, izni ve emri olmadan tezellül ve tenezzül etmeyen bir halîm-i âlîhimmettir. Hem fakirdir. Fakat, onun Mâlik-i Kerîm’i, ona ileride iddihâr ettiği mükâfât ile bir fakîr-i müstağnîdir. Hem zayıftır. Fakat, kudreti nihâyetsiz olan seyyidinin kuvvetine istinâd eden bir zaîf-i kavîdir.
Sayfa 123
Kur’ân, hakîkî bir şâkirdine cennet-i ebediyeyi dahi gāye-i maksad yaptırmadığı halde; bu zâil, fânî dünyayı ona gāye-i maksad hiç yapar mı? İşte iki şâkirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduklarını anla!
Hem felsefe-i sakîmenin şâkirdleriyle, Kur’ân-ı Hakîm’in tilmîzlerinin hamiyetkârlık ve fedâkârlıklarını, bununla muvâzene edebilirsin. Şöyle ki: Felsefenin şâkirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar ve onun aleyhinde da‘vâ açar.
Kur’ân’ın şâkirdi ise, semâvât ve arzdaki umum sâlih ibâdı, kendine kardeş telakkî eder ve gāyet samîmî bir sûrette onlara duâ eder ve saadetleriyle mes‘ud olur ve ruhunda onlara karşı şedîd bir alâkayı hisseder. Hem en büyük olan arşı ve şemsi, musahhar birer me’mur ve kendi gibi âbid, birer mahlûk telakkî eder.
Hem iki şâkirdin ulviyet ve inbisât-ı rûhlarını, bundan kıyâs et ki: Kur’ân, kendi şâkirdinin ruhuna öyle inbisât ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbîhe bedel, doksan dokuz esmâ-yı İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, tesbîh taneleri olarak şâkirdlerinin ellerine verir. “Evrâdlarınızı bununla okuyunuz!” der.
İşte bak! Kur’ân’ın tilmîzlerinden Şâh-ı Geylânî,(ks) Rufâî,(ks)